#NEYE propaganda
Explore tagged Tumblr posts
Text
Ah yes. Donnie found something he wasn’t supposed too. He’s not even on the list for @tmntaucompetition i don’t know how he found the pocket dimension.
Who wants to talk to the scary turtle adorned in his brothers colors? Anyone can add onto this with their own AU.
Also cool SHELLDON design?? I think YES
He’s actually bigger than he looks, about the size of a large house cat. He looks small because Donnie’s just big.
Continuations:
Littlemissartemisia
#not really propaganda#Donnie’s not a big fan of crowds#especially when majority of the crowd looks a lot like his dead brothers#COUGH#I mean missing#yeh missing#NEYE#neyedesign#rottmnt shelldon#rottmnt#rottmnt fandom#rottmnt donnie#rottmnt fanart#tmnt au competition#♥️literaladhdart♥️#NEYE propaganda#neye design
91 notes
·
View notes
Text
1953'te guatemala'nın "komünist yıkım tehlikesi" altında olduğu efsanesinin yayılmasına "yardım" ettiği sıralarda the united fruit company için çalışan edward bernays'ın 1928'de yayınlanan kitabı 95 yıl sonra türkçeye çevrilmiş: propaganda.
chomsky'nin kısaca "özgün ve pratik el kitabı" dediği bu kitaba; rıza üretimi, rıza mühendisliği, "halkla ilişkiler" mevzuu -ki bu zıkkımın "babası" addediliyor kendisi- için bir bakınız derim. 👇
propaganda, edward bernays (çev. sevinç seyla tezcan, pegasus y.)
"Bize, biz farkında olmadan fikirlerimizi veren, kime hayranlık duyacağımızı, kime sinir olacağımızı; kamu hizmeti kuruluşlarının mülkiyeti, gümrük vergileri, plastik fiyatları, Dawes Planı ve göç konusunda neye inanacağımızı; evlerimizin nasıl tasarlanacağını, hangi mobilyaları döşeyeceğimizi, hangi yemekleri yiyeceğimizi, hangi tür gömlekleri giyeceğimizi, hangi sporlarla uğraşacağımızı, hangi oyunları izleyeceğimizi, hangi hayır kuruluşlarını destekleyeceğimizi, hangi filmleri seveceğimizi, hangi argo ifadeleri kullanacağımızı, hangi esprilere güleceğimizi söyleyen bu adamlar kimdir?"
2 notes
·
View notes
Text
Yaranın Miadı...
Yaranın kendisinin önemsenmediği bir zeminde, her gün başka bir kalıcı kırılma var edilir, bambaşka eşikler atlanır. Cürümler peyda olurken, sözün üstü çizilir. Sesini yitirmiş olana varabilmek adına yinelenen her şeyle o yaralar, sahiplenmiş olagelen tüm yaşanmışlıkları tekrar tekrar kanatmak söz konusu edilir. Yenilendiği bildirilen ülkenin ezberlerle yolunu kesiştirmek kesintisizdir çünkü. Haktan, hukuktan bahsederken kitabın ortasından belirgin bir yıkımı çağırmak söz konusu edilebilendir. Duraksamadan hürriyetten dem vurulurken, ifade özgürlüğünün gasbı aralıksız yinelenen bir mefhumdur. Anayasanın artık yamalarını tutamayacak kadar lime lime olduğu bir zeminde yeniden yazım sürecinin duyurusuna da sirayet eden bir biz dedik oldu / biz yaptık hükümlerinin altında imzalar döşenirken açıkta esas mesel, esas yara, esas keder konuşulmaya değer bulunmayandır. Kimdir ki zaten tüm o yaraların sahibi, muktedirin, avenesi olagelen yenilenmiş Türk kimliğinin gözünde sahi, sahiden kimdir ki sıradan insan onların gözünde.
Normların yıkıldığı, normatif mefhumunun çürütülmesinde bir zaman çizelgesi vardır. Bu sahnenin geleneksel kılınmış olagelen ötekisi / öteki addedilenin ta kendisine reva görüp, var ettiği, dayattığı her şey o yaraları yeniden yeniden imal eder. 1915 bir kırılmanın, bir tahakküm çetelesinin en keskin / sivri ögesi olarak varlığını korur. Medz Yeghern’in tam da paralelindeki Sayfo, 1915’in karanlığından güç bularak yinelenen 1919 Pontos, 1922’de nihai olarak Anadolu’nun çorak bir sahnenin esiri kılınmasındaki Rum kırımları, hepsi bir hepsi birden güncellenen bir tehdit / yıldırı ve ötekisinin yok edilmesinin evreleri bu bahsi örneklemeye yetecektir. Bütün bu yıkıcılık eksenli, tam da yıllar sonrası çıkagelen kimi matbuatta da göründüğü gibi kök kazımanın tezahürlerinde bir ülkenin yol ya da yönünün karanlıktan ötesine geçmediği aşikardır. Bunca zamanın suna geldiği her şey Türkiye sathının, kurulduğu günden bu yana cumhuriyet imgesinin de yaşamda tutunma yolunu tercih eden “gayrimüslimleri” yok saymaya, yeniden yok etmenin ucuna ve kıyısına taşımaya yılmadan devam ettiğini gösterir. Kimi yıkımlar vardır ki ne anlatma ihtimali vardır, ne de yaşamda o yıkıcılık güncesi sonrasındaki karanlığın tam olarak her neye benzediğini gösterebilecek bir ayna kelam. Asla unutulmayan, asla hatırlatılamayan, buna mecbur kılınan bir kırılmanın ta kendisi 6-7 Eylül 1955’te var edilir. O yaranın tam da devamlılığı, geçmişten bulunan yok etme cüretinin, bir kere daha deneyelim bahsinin her neye tekabül ettiği açıktan görünür kılınmıştır.
Cerahati, öteki addedileni önce küçük tefek tahribatlar, sonrasında Türklüğün yegane ve tek kimlik olduğuna dair propaganda, artık o geçmiş olan Osmanlı hükümlerinin imkansız kılındığının zikredildiği “modern” milliyetçilik anlayışları ve daha keskini de bugünlerde o yerli ve milli iktidarın da kullanışlı addettiği “propaganda” ile İstanbul ve çevresinde nüfusun en az yüzde onunun dahli olan bir pogrom var edilir. İstanbul’un Tatavla’sı, Makrohori’si, Pera ve Samatya’sından sessiz ve derinden İzmir’e, Diyarbakır’a, Mardin’e kadar uzanan bir çeperde azdan az kalanın bir kere daha köşeye kıstırılması var edilir. Hınç olmadık bir haber ekseninden türetilmiş, devlet kontrollü bir göz dağının her nasıl cinai bir meseleye, toplu cinnetin ta kendisine, tacize, tecavüze, yurttaşlık haklarının talanından, mal yağmasına birbirinin içine geçmiş olagelen bir kötülük sarmalına dönüştürülür. 1955’in 6-7 Eylül’ü bir kere daha ama son kez değil Rum, Ermeni, Yahudiler için bir sınamaya dönüştürülür. Kent çeperleri en çok da İstanbul’a dışarıdan akın ettirilenlerle, kolluğun müsamaha göstermesi neticesinde ortaya çıkan figüratif tam anlamıyla insan eliyle kotarılmış bir kristal gecenin tahayyülüdür. Birkaç zaman öncesinde Nazi Almanyasında uygun görülen kontrollü şiddetin ta kendisi memleket dahilinde var edilir. Bugün o ihtimalin kıyısında yaşamın halen rehin kılındığını bildiğimiz bir güncelliğin içerisindeyiz, altmış dokuz yıl sonrasında hala.
Yazar Foti Benlisoy, Bianet’ten Tuğçe Yılmaz’a 6-7 Eylül 1955’ün yıldönümünde bir mülakat verir. Bir kısmını buradan da aktaralım: “Göçmenlere karşı yaygınlaşan pogrom ve kolektif linç girişimleri ise Türkiye’de göçmen nüfusun sistematik baskı altındaki bir ucuz emek havuzu olarak değerlendirildiği bir başka sermaye birikim rejimi ve onunla bağlantılı “ırksal rejimin” devamı. Mesele sadece göçmen karşıtı saldırılarla, yani açık ırkçılık örnekleriyle de sınırlı değil. Bugün göçmenler, tıpkı mesela 1930’lu yıllardaki Rum ya da Ermeni toplumları gibi sistematik ve kurumsal bir denetim ve takibatın nesnesiler.
Nerede ve hangi koşullarda yaşayacakları, hangi işlerde istihdam edilebilecekleri, seyahat edip edemeyecekleri, hangi kamusal hizmetlerden nasıl yararlanacakları sürekli olarak onları “göçmen” olarak yeniden üreten idari ve hukuki pratiklerin konusu. Irkçılık sadece linç ve açık saldırı girişimleriyle değil, esas olarak bu gündelik ve “normal” idari ve hukuki pratiklerle yeniden üretilip doğallaştırılıyor. Dolayısıyla verdiğiniz örneklerle 6-7 Eylül, iki farklı tarihsel konjonktür ve “ırksal rejimle” bağlantılı olarak ele alınıp mukayese edilmeli. Aralarındaki paralellikler bu farklılıklar dikkate alınmadan tartışıldığında, ırkçılığın sistemik ve kurumsal boyutlarını es geçen, onu söylemsel ya da maddi saldırganlığa ya da ayrımcılığa indirgeyen bir tutuma yol açabilir.
Cumhuriyet Tarihi
Fazla uzatmadan biraz da bahsettiğiniz paralellikler konusuna değineyim. Çok sık düşülen bir hata, 6-7 Eylül’ü bir istisna, İstanbul’un “çok kültürlü” hayatını ortadan kaldıran bir kırılma noktası olarak düşünmek. Oysa aslında Cumhuriyet tarihi gayrimüslim topluluklara dönük gündelik, düşük yoğunluklu ve “sıradan” linç ve saldırıların da tarihidir. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları ya da “Türklüğü tahkir” davaları gayrimüslim toplulukları sürekli olarak taciz eden bir sistematik mobbing rejiminin varlığına işaret ediyor. Günümüzde benzer bir durumla göçmenler de karşı karşıya. Yani ırkçı saldırganlığı tartışmak için illa bir Altındağ ya da Kayseri vakasının yaşanmasına gerek yok. Geçtiğimiz günlerde Marmaray’da seyahat eden bir göçmen çocuğa yapılan ırkçı saldırıyı düşünün. Gayrimüslimlere dönük benzer “gündelik” saldırılar mesela 1930’lu yıllarda da ya da 1955 Eylül’üne giden aylarda da hayli yaygındır.”
6-7 Eylül pogromu, bu yaygın ve gündelik saldırıların kışkırtıp yeniden ürettiği hıncın zımni bir cezasızlık vaadiyle iktidarca örgütlenerek bir gecede yoğunlaştırılması olarak ele alınabilir. Göçmen karşıtı ırkçı saldırganlık ve linç vakalarında henüz o noktada değiliz. Göçmenleri hedef alan ırkçılığın şimdilik kısık ateşte tutulması, iktidar açısından çok daha avantajlı bir durum yaratıyor. Göçmenlere yönelen ırkçılığın belirli bir düzeyde kalması, göçmen emekçilerin disipline edilmesini sağlayan bir basınç sağlıyor, daha da önemlisi iktidarın müsebbibi olduğu iktisadi ve sosyal felaketlerin faturası göçmenlere kesilerek alttakilerin toplumsal öfkesinin daha da altta yer alan bir kesime yöneltilip depolitize edilmesi mümkün oluyor. Bu durum elbette değişebilir; ileride boyutları ve ölçeği itibariyle daha vahim saldırılarla karşılaşmamız pekâlâ mümkün. Türkiye’de yeni 6-7 Eylül’leri mümkün kılacak ırkçı hınç, ziyadesiyle mevcuttur.”
Gündelik yaşamın yaralarla donatılmasının, yara sahibi kılınanların aralıksız tüm ötekiler olarak ilan edildiği yerde, çok seslilik zaten sizlere ömür kılınmıştır. Bugünün yeni ülkesi nam sahnenin de geçmişinin kirli / kanlı / kötücül olagelen yüzeyleriyle barışık hatta tüm o sistem yürüsün de nasıl yürürse yürüsün diyerek göz yumduğu / birleştiği vakalar diğer halkları da kuşatan bir çevreleme, kuşatma ve terörün ta kendisine dönüştürülür. Devletler için kullanışlı addedilen yıldırma / yok etme / deneme ve bunların hepsinin çatısındaki o terör olgusunun yeniden imaliyle 6-7 Eylül 1955 yılmaksızın yeniden kimi zaman paldır küldür, kimi zaman sessiz sedasız yenilenir. Geleceğini dününden aldığı derslerden, artık gizlenemeyen bir karanlık elin var ettiği acıları tekrarlanmayacağını bildirerek geçmişin ta kendisinden medet umarak nasıl bir yön tayinine girişilebilir ki! Korkunun diri tutulup, herkesin bir ötekisine düşman kılındığı 1955’te tek bir gazete manşetinin, demokrat parti iktidarının galeyanının binlerce meskun mahalli yerle bir ettiği, hayatı derdest ettiği kimi insanların tecavüze uğrayıp, hakaretlere maruz bırakıldığı, varlığının mal varlığı değil de sadece tastamam insani varlığının hiçe sayıldığı, yağmalandığı bir karanlık yön gösterici olarak halen kullanışlı addediliyorsa o ülke nasıl ev kalabilir, Türk’ün ta kendisi için de.
Yaralar biriktirmeye devam ediyor bir menzil. Dün, Anna, Georgios, Anastacia, Hristos, Ğukas, Makruhi, Krikor, Vartuhi, Keğam, Cercis, Xatun, Erdem, Romina, Jak, Meline, Abit, Raquel ve nicesi için bir hayat tahayyülü bırakmayan akıl hayatı dar ettiği gibi ol 6-7 Eylül 1955’i var etti. Ardılı, Varlık Vergisi, Aşkale Sürgünleri, 20 Dolar 20 Kg Tehciri silsile halinde devam eden bir karanlığın inşası oldu. Topyekun toplumun sorumluluğuna, o yıkımlar var edilirken var edilen sessizliğe kayıtsız kalındı. Cürüm keskinleştirilirken su çürüdü. İnsan Hakları Derneğinin bu seneki basın açıklamasında da görüleceği üzere hedef gözetenlerin, hedefe saldırıyı kimlere ihale ettiğinin de nişanesi tam bir utancın sarmalını gözler önüne serer: “Speros Vryonis halk katılımı konusunda da titiz bir çalışma yapmış, İstanbul Emniyet Müdürü’nün Yassıada duruşmalarında verdiği 300.000 kişi bilgisini inandırıcı bulmamış, elindeki verilerle bu sayının 100.000 olduğunu belirtmiştir. Yani o günkü İstanbul nüfusunun onda biri. Şehrin bugünkü nüfusuna oranlarsak bu, iki milyona yakın kişi demektir. Bugün böyle bir yıkıcılığa iki milyona yakın kişinin bilfiil katıldığını düşünürsek, halk katılımının boyutlarını daha iyi görebiliriz.” Yaşatan bir yeri, ezen, yeren ve yutan bir karanlığın menzili kılma çabasında bugün o 6-7 Eylül 1955’ten ne kadar uzağa düşüyor bu memleket, düşünebiliyor mu? Yaranın kendisinin bilinmediği hiç önemsenmediği bir zeminde cürümler ardıl sıra peyda olurken, iki satır da olsa ne özeleştiri var edilebiliyor, ne tek satırlık, yalandan da olsa bir özür paylaşılıyor. Bu çürümüşlük içinde, altmış dokuz yıl ve onca sınamadan sonra halen diri bir soru kendisini avaz avaz sorduruyor, ne etti o insanlar size! Kendi halinde, yaşama tutunan, dün komşu olup bugün / bir anda mihrak / düşman kılınabilecek ne etmişlerdi size! Ne hakla hayatların sönümlenmesine, eksiltilmesine, yıkımına bunca sessiz kalınıyor, hala ve hala... sahiden...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Speros VRYONIS’in Külliyatından: The Mechanism of Catastrophe: The Turkish Pogrom of September 6 – 7, 1955, And The Destruction Of The Greek Community Of Istanbul
Meramda Paylaşılan Haberler
Benlisoy: "Türkiye’de Yeni 6-7 Eylül’leri Mümkün Kılacak Irkçı Hınç, Ziyadesiyle Mevcut" - Tuğçe Yılmaz - Bianet
https://bianet.org/haber/turkiyede-yeni-6-7-eylulleri-mumkun-kilacak-irkci-hinc-ziyadesiyle-mevcut-299363
6-7 Eylül 1955: Yalnızca Bir Devlet Operasyonu Mu? - İHD Irkçılığa ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon - İnsan Hakları Derneği
https://www.ihd.org.tr/6-7-eylul-1955-yalnizca-bir-devlet-operasyonu-mu-2/
#Σεπτεμβριανά#Septemvriana#Meram#6-7 Eylül#1955#karanlık#söz hakkı#gayrimüslim#rum#ermeni#azınlıklar#çözümsüzlük#kördüğüm#sarmal#katran karanlığı#pogrom#kristal gece#yok etme#ırkçılık sarmalı#eşitlik#barışa ne oldu?#sulh#anadolu#insan101#tahakküm#kör karanlık#kötülüğün sınırı#linç#yıkım
0 notes
Text
Bilgi ne olursa olsun benim için tarafsızlık önemlidir acı bile olsa onu duymak isterim
Aşırı propaganda ve kötü niyet veya neye yarayacağı belli oluyor zaten
0 notes
Text
BÜYÜK YALANLAR-GOEBBELS İnsan Aklıyla Dalga Geçmek nedemektir? Kendi akıl yoksunluklarını insanlarda da görmek gibi bir hastalığa tutulmuş olanlar, söyledikleri deli saçması sözleri ile insanları kandırabileceklerini sanmak gibi bir sığlığın içerisinde debelenirler, üstelik bu gibi davranışları yaparken kendi akıllarını kullanmaları da büyük hatadır... insanların aklıyla alay etmeye çalışarak, bu konuda kandırırım beklentisiyle, yalanın yeni bir versiyonuyla insanların karşısına çıkmaya çalışır … peki bu ''kandırıkçı'' gerçekten neye güvenir? Nazileri iktidara getiren propagandaların ve kitleleri ikna eden yalanların ustası Joseph Goebbels'in teknikleri akıl sınırlarımızı zorluyor.... 1. "Propagandayı gerçekleştiren kişi olaylar, halkın görüşü ve gidişat hakkında haberdar olmalı ve propaganda tek bir kaynaktan yapılmalıdır." 'Çok seslilik propagandanın etkisini yitirmesine yol açar.' 2. "Yapılan propaganda 'düşman' her kimse onun politikasını, planlarını etkileyecek kuvvette olmalıdır." Bazen ulaşılması istenen belgeler sızdırılmalı, gizlilik hallerinde ise her şey müthiş bir gizlilik altında tutulmalıdır.' 3. “Propaganda esnasında yalan söyleyin, inananlar olacaktır. Şayet başarısız olduysanız devam edin." Elbet birileri inanacak. Bu yalanlar halkı bilinçlendirmeye, düşmanları sindirmeye yarayacaktır. Ayrıca bir şeyi tekrarladığınız sürece insanların ona inanma oranı da artar.' 4. "Herhangi bir propagandanın gerçek ya da yalan olduğunu o propagandanın kaynağı belirler." Her saptırma kendini güvenli konuma almak zorundadır aksi halde düşman gerçekliği yönetir. 5. "Propagandada kullanılan yalanlar ne kadar büyük olursa insanların onlara inanması kolaylaşır, yalanın etkisi artar." 6. "İnsan beyninin tembelliğini unutmayın ve ona göre hareket edin. Tembel zihin propagandayı daha kolay sindirir." 7. "Halkın zihni her zaman sıcak tutulmalıdır, soğumasına ve işlerin olağan akışına dönmesine izin verilmemelidir." 8. "Şayet düşmanın prestijini yok edecekse düşman propagandasından faydalanıp onların ilkeleri geçici olarak benimsenebilir." Hatta Goebbels günlüğünde 'Reich için bu teknik morallerin yüksek tutulması ve korunması için faydalı görülmüştür.' diyor. 9. "Propagandanızda rakibin üstün yanları olduğunu asla kabul etmeyin, bu durumdan sadece sizin haberiniz olsun." 10. "Liderlerin prestiji propagandanın yaratacağı etkileri değiştirir." Tam da bu sebeple Goebbels'in yönlendirdiği Hitler belli başlı kişileri toplum önünde yüceltmiş, onların toplumda yaratacağı etkiyi artırmayı amaçlamıştı. 11. "Düşmanınıza odaklanmaktan geri durmayın, ortadaki sorunların tümünü tek bir odağa yönlendirin." Kötü giden şeylerin sorumlusu artık o düşman halde gelmeli.' 12. "Propagandanın zamanı dikkatli seçilmelidir, optimum anda zihinlere yerleşmeli ve orada kalması için çaba gösterilmelidir." Ayrıca düşman propagandasının doğumundan önce halk sizin propagandanızı tanımalı, benimsemelidir.' 13. "Hukuk ve yargı sisteminin devletin efendisi olmasına izin vermeyin."
BÜYÜK YALANLAR
( kitap ağır gelirse çöküş filmini izlemenizi tavsiye ederim) Adolf Hitler’in sağ kolu, propaganda bakanı, yakın dostu… En önemlisi 1933’te iktidara geldikleri günden sonra “Halkın Führer’ini” yaratan adam… Dünya tarihinde kara propagandayı en iyi şekilde kullanıp kitleleri bu kadar uzun süre ve sebatla peşinden sürükleyen sayılı insan olmuştur. Göreve geldiği ilk günden beri halkı istediği her şeye inandırabilen Büyük Yalanların Ustası Goebbels’in en çarpıcı konuşmalarından ve oluşan Büyük Yalanlar’da, propaganda dediğimiz siyasi eylemle tek bir insanın, kitlelere neler yapabileceğini ve yaptırabileceğini Görürsünüz… Böyle insanlar varken Şeytana ne gerek var diye düşünüyorsunuz “Bu halk, karşı karşıya kalacağı bu kaderi hak etti.."Bu ülkede huzur dediğimiz şeye ancak mezara girerseniz erişebilirsiniz.öte yandan (daha önce “sade’yi yıkmak” isimli yazımı okuyanlar anımsayacaktır saf kötülükte olsa iyi bir zeka takdir edilmeli… bu hayranlık değil “ yiğidi öldür hakkını ver “ deyişinin karşılığı, aslında zekanın seviyesini biat eden zekasızlar belirler ya bunuda tırnak içinde kullanalım kitaba devam edersek az sonra yazacaklarım için küçük bir açıklamada fayda gördüm malum anlayış eksikliği olanlar var) Savaşın insani boyutlarını ve yıkımlarını bir kenarı bırakırsak eğer, Joseph Goebless’te gördüğüm kararlılık ve kendini adamışlık çok etkileyici. İşini o kadar iyi nokta atışlarıyla yapmış ki kitabın bazı bölümlerinde okuyucu ile birebir iletişim halinde olduğunu ve yaptığı propaganda konuşmalarının etkisi altında kalmamak gerçekten çok zor. Spoiler olmayacağını düşündüğüm için savaşın başlarında Goebbels’in Çek Cumhuriyeti elçi ve gazetecilerine yaptığı konuşmayı kitabı okumayacak olsanız bile incelemenizi şiddetle tavsiye ederim. İkinci bir tavsiyem de kitaptan daha fazla zevk almanız için Winston Churchill’in 2. Dünya savaşındaki Almanya’ya karşı olan tutumu hakkında bilgi sahibi olmanız olabilir. Churchill kısımları kitapta bir hayli fazla. Son olarak işin birde üzücü kısmı ise seksen sene önce yapılan propaganda konuşmalarının 21. yüzyılda ülkemizde kulağımıza çok tanıdık gelmesi. a TV izlerseniz anlarsınız
7 notes
·
View notes
Note
epi istanbul sözleşmesinin reddi, twitter da buna sevinen ve morardınız mı diye tag açanlar hakkında ne düşünüyorsun?
Tüylerim diken diken oldu yazılanları okuduğumda: Açık tehditler, dini zafer ilanları, politik propagandalar havada uçuşuyor... Bunu neden yaptıklarını anlamıyorum, hukuki bir koruma sağlayan bir sözleşmenin yok olması tam olarak neyin zaferi?
Okuduğum tweetlerde var olan iddiaları anlamak istedim ve farkına vardım ki kötülüğün saf bir haliyle karşı karşıyayız. Kendisi hariç kimsenin yaşamamasını açıkça isteyen bir topluluk var, kendine geldiğinde ise “saygı saygı” diye anıran bir güruh bu. Bu insanları hoşgörüye davet etmek için geç kaldığımıza inanıyor, dini yanlış anlamalarından ziyade hiç olmazsa bir dini reformun artık gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu kadar kalabalık bir topluluk, cemaatler ve onların politik uzantılarının hepsi yanlış yorum yapıyorsa, bu yanlış yoruma açık yapının acilen regüle edilmesi gerekliliğinin ilanından başka bir şey değildir.
Neden böyle diyorum açmak isterim çünkü onların aksine ben kendim düşünerek ve gerekçelerimi açıkça sunarak konuşacağım. Bu insanlar kötüdür ve zafer naraları bunun delilidir şu sebeple:
En çok gündeme çıkan iddia İstanbul sözleşmesinin aile kurumunu bozduğu yönünde. Haklılar mı? Haklılar, patriarkanın merkez kurumu olan heteroseksüel ailede: Babanın tek özne olduğu, çocukların itaatkardır bir nesne, annenin görünmez emeği ile tamamen yok sayıldığı bu aile kurumunu kadına ve çocuğa ev içi şiddette paravan olan bu güç temelli dengeyi bozarak, bu bozuk aile kurumunu artık her bireyin var olduğu yeni bir boyuta taşımak istiyorlar, istiyoruz. Bir ailede herkes eşit söz hakkına sahip olmalı, ekonomik özgürlüğe dayalı bağımlı ilişkilerle insan hakları hiçbir koşulda ihlal edilmemelidir. Evdeki gücünü ve özgür şiddet eylemlerinin kendi refahını düşünerek, ezik erkekliğini toplumca yalnızlaştırılıp zayıflatılmış aile üyelerinden çıkaran bu aile kurumunun yok olması seni korkutuyorsa, evet bunu önünde sonunda yok edeceğiz. Ve sen sadece ezik bir erkek olarak kalacaksın. Çünkü aile denilen temel otorite kurumunun bu totaliter dayatmalarına karşıyız. Ailenin her üyesinin eşit olduğu, arada olan tek ve nihai bağın sevgi olduğu, ailenin yalnızca heteroseksüel olmadığını, ailenin ürettiği sosyal baskıların insanları artık sindirmediği bir dünya istiyoruz ve sen o çok kutsal, sadece erkek babanın hükmünün sürdüğü ve diğer her insanı ihlal ettiği aile kurumunu savunuyorsan, bunun yok olmasından korkuyorsan sen kötü birisindir. Senin temel değerlerin de kokuşmuştur, erkek baba olmayan herkesi ihlal etmesi sebebiyle de saygıyı hak etmiyordur.
İkinci iddia LGBTİ+ üyelerinin hukuk nezdinde savunmaya alınması ve cinsel sapkınların meşru olduğu iddiasıdır. Öncelikle bir şeyi sapkın kılan nedir? Var olan çizili belirli bir yoldan sapmış olan demektir, kendi görüşü dışında olan herkes sapkındır ve bu cinsel olarak meşru görülen yönelimler için de geçerlidir. Heteroseksüellik senin doğrun olabilir çünkü sen heteroseksüelsindir ama bu dünyada birçok insan, çeşit çeşit renk vardır. Heteroseksüel dışı yönelimleri doğal bulmama gibi bir lüksü yoktur kimsenin çünkü birçok canlıda homoseksüelite vardır. Cinsel verimi olmadığını iddia edebilir ancak cinsel verim çiftleşmenin bizim gibi sosyal canlılar için sadece bir boyutudur ve kişinin bunu seçmeme hakkı vardır, psikoloji biliminin de gösterdiği gibi cinsel verimi kaybolan yaşlıların cinsel güçleri tamamen yok olmamaktadır demek ki mesele hiç kimse için doğurganlık değildir ki bu her şeyden önce kadına uygulanan merkezi bir baskıdan bağımsız olmayan bir iddiadır. Kişinin kendisine itici geliyor olabilir ama bu senin içinde bulunduğun ideallerden kaynaklanır ya da sadece heteroseksüel olduğun için çekici gelmiyordur bunların hiçbiri ötekinin edimine müdahil olma hakkı vermez sana. Kimse sana hepsini kucakla demiyor, senin onayının bir önemi de yok zaten ama müdahil olamazsın çünkü bu ihlaldir, insanların rızasını çiğnemektir ve bir çeşit tacizdir. Feminist ve LGBTİ+ grupların merkezinde rıza kavramı vardır ve kişilerin rızası olduğu sürece her şeyin mümkünlüğünü savunulur. Bir insanın mahremi olarak seksüalite elbette herkesin onay vermesi durumunda dışarıdan kimsenin karışamayacağı bir konumda yer alır, çünkü sen kimsin? Bu açıdan bakıldığında cinsel olarak uygunsuz olan nedir?
Kadınların eşleri istiyorsa ne düşündüğü önemli olmaksızın cinsel ilişkiye girmesinin zorunlu kılındığı, çocuk yaşta evliliğin meşrulaştırıldığı (hukuken çocuğun rızası önsel olarak yok sayılır) ve erkek adına kadına sorulmadan eş alabilmesini ve kadının boşama hakkının olmamasını meşru gören, insanları kendi dininde olmayanlarla evlenmeyi yasa dışı kılan yani evlenenlerin rızasını yok sayan, babanın onayı olmadan evlenmeyi yok sayıp çocukların rızasını es geçen, cariyeliği legal görüp o insanların rızasını yok sayan bir ahlak sistemi sapkınlıktır, insanı yok saymaktadır, kötüdür, ihlalcidir. Bu görüşe sapkınlık görüşü dersek ne olur? Onu içtenlikle savunanlar saygı, saygı diye diye kafamızın etini yerler ya da anakronik önermeler sürerler ama madem anakronik bir ahlak sistemi bu, “Bu gün neden hala var?” dersek de üzerimize yürürler bizi hoşgörüsüzlükle suçlarlar. Oysa bu hoşgörüsüzlük değildir, insanların rızasını es geçen bir hoşgörüsüzlüğü hoş görersek işte o zaman hoşgörüsüzlük yaparız. Hoşgörüsüzlüğe hoşgörüsüzlük yapmak hoşgörüyü savunmanın bir yoludur. Hitlerin faşist fikirlerine hoşgörüyle bakamazsınız örneğin. Bu sebeple bu insanlar; insanların rızalarını es geçerek, insanların varoluş alanlarını yok sayarak ve kendilerine uygun bir tutsaklığı talep etmek suretiyle kötü niyetlidirler.
Üçüncü tiplememiz olan politik propaganda yapanlarınsa durumu en korkunçlarından biridir. Çünkü bu özel olarak ayırdığım grup neyi savunduğunu, neye karşı olduğunu bilmiyor sadece kendi tarafını tuttuğunu sorgulamaksızın haklı bularak destekliyor ve ötekileştirme yoluyla düşmanlık besliyor karşı tarafa. Bu insanlar kötülüğün saf halidir çünkü düşünme yetileri yoktur, bir şeyin tamamen iyi olduğuna peşine düştükleri liderlerin adımlarına göre karar verirler ve superegoları kendilerinden çıkmış bir erdem timsali olarak gördükleri liderlere gelmiştir. Bu insanlar için artık bireyler ve onların özgürlük alanı yoktur sadece kitleler ve kitleler liderinin yasası vardır ve Hitler’i izleyenlerin yaptığı kötülük de tam budur. Bu, insanı öldürmeye, kendinden olmayanı yok etmeye ve insanın kendi aklını esgeçmesi yoluyla suçlanabilirdir ve kötülüğün saf halidir. Çünkü düşünmeden her zaman iyi olduğuna inanarak her türlü kötülüğün meşrulaşabildiği bir zemine iner insanlar.
Bu günden sonra hiçkimse bana gelip bunu savunan sistemle mağdur edebiyatı yapamaz ve saygı talebinde bulunamaz, bu gün sizin saygı anlayışınızı tekrardan görmüş bulunmaktayız. Sünni heteroseksüel erkekler dışında kimsenin yaşamına ve eyleme alanına saygı duymuyorsunuz ve bu saygısızlığınız yüzünden bir hoşgörü paradoksuna düşmemiz sebebiyle siz hoşgörüyü hak eden bir konumda değilsiniz.
Her çeşit insanın yaşamaya hakkı olduğu, bir insan olarak başkasının özgürlüğünü savunmadan özgür olmayacağımı savunuyor. Çeşitliliği zengin olarak görüp farklılıklara hoşgörüye davet ediyorum herkesi. Hoş görmediğimiz tek şey ise hoşgörüsüzlük, tek tipçilik ve canlılığın düşmanı olarak parazitimsi görüşler olduğunu ifade ediyor. Kendinizden olmayan insanları günahkar saysanız dahi onlara müdahale edemeyeceğinizi, günahkar olarak görmenin değil müdahaleci olma çabalarının saygısızlık olduğunu tekrardan ifade ediyor, dini kendine yaşayarak insanlara saygı duyanların yaşama biçimlerinin de saygıyı sonuna kadar hak ettiğini yanlış anlamalara karşı ifade etmek istiyorum ama inanç nesnelerindeki çürümenin varlığını da tekrardan belirtmek istiyorum.
Bunun dışında kalanlara gelince, bu güne kadar benden tek bir argo işitmediniz, ancak şu an ilk ve umut ediyorum ki son kez bunu demenin en uygunu olacağını düşünüyorum: “Ama, kem küm”, “saygı”, “mağduriyet” vs. diyenleri; bu gün bu toprakları islam toprağı sayıp aleni olarak diğer herkesi kovanları, LGBTİ+ üyelerine ve kadınlara açık tehditte bulunanları, kim olduğu önemli olmaksızın insan haklarını hukuki düzlemde savunmak isteyenleri politik olarak ötekileştirerek kötülediğinizi gördük ve eğer böyle düşünüyorsanız bloğumdan siktirip gidiniz. Size yakışan tek şey şu noktadan sonra sadece siktirip gitmektir, vasat laflarınızı duymak istemiyorum zira ne düşündüğünüzün zerre önemi yok benim gözümde.
32 notes
·
View notes
Text
Elit Okullardaki Eğitimin 14 Prensibi
Merhaba, ben John Gatto
Sizinle, bu tip kaliteli okullarda ortak olduğunu keşfettiğim 14 prensibi paylaşmak istiyorum. Her ne kadar hepsinin farklı amaçları olsa da hepsi bu 14 maddeye odaklanıyor.
Bu prensiplerden ilki: Hiçbir öğrenci "insan doğasına" dair bir teorisi olmadan mezun olmamalı. İnsanları harekete geçiren nedir? Karşınızdaki insandan istediğiniz reaksiyonu alabilmek için hangi düğmelere basmalısınız? Peki, insanı anlamaya yönelik bu zemin nasıl öğrenilir? Psikolojiden değil, onun hemen hiç katkısı yoktur. Çocuklar, insan doğasına ilişkin tasavvuru: Tarih, Felsefe, Din (hele bu kamu eğitiminde tam bir tabudur), Edebiyat ve Hukuk öğrenerek edinirler. İnsanlık tarihinin ve birikiminin bu beş büyük ürünü; insanların şu anda, geçmişte ve muhtemelen gelecekte neye benzediğine dair çok fazla bilgi içerir. Ve bütün çocukların, bu kaynaklardan damıtılmış bir ihtisasının olması beklenir. Belki de bunlara "insanlığın veritabanları" bile diyebiliriz.
Bu okulların ikinci özelliği: Bütün mezunlarının "aktif okuryazarlık" konusunda sağlam bir tecrübe sahibi olmasıdır. "Okuryazarlık" deyince hepimizi aklına okuma kabiliyeti gelir. Fakat burada "aktif okuryazarlık" derken kastettiğim şeyler: yazı yazabilmek ve topluluk önünde konuşabilmektir. Zihniniz, güçlü metinleri okuyarak ne kadar gelişmiş olursa olsun, bu durum -siz iyi yazamadıkça ve iyi konuşamadıkça- başkalarını ikna edebilmek için bir işe yaramaz. Nasıl olduysa, bizler bu iki meziyetin Allah tarafından sadece birkaç özel insana verilmiş birer hediye olduğunu zannediyoruz. 30 yıllık bir öğretmen olarak sizi temin ederim ki bu kabiliyetlerin öğretilmesi son derece kolaydır.
Topluluk önünde konuşmayı öğretmek için çocuklara belli bir süreklilik içinde tanımadığı insanlar önünde konuşma fırsatı vermelisiniz. Bu 1,2, 3 kişilik küçük bir grup ya da koca bir amfi dolusu insan olabilir. Burada kritik olan, muhatapların, çocuğun önlerinde rahat hissettiği insanlardan oluşmaması. Kaliteli yazı yazabilmenin tek şartı ise hiç ara vermeden, mümkünse her gün bir miktar yazmaktan ibarettir. Çocuğun yazısı doğal olarak olgunlaşacak, metinler daha iyi hale gelecektir. Bu süreçte belki bir uzmanın müdahale etmesini isteyebilirsiniz ama bir konuda yetkinlik kazanırken yapılacak en kötü şey müdahale etmektir. Sadece pratik yapmaya devam etmesi. Şimdi elimizde "insan doğası"na dair bir tasavvur ve "aktif okuryazarlık" konularında kabiliyet sahibi olmak var. Bu yatılı elit okulların müfredatlarında ortak olan yetkinliklerden üçüncüsü ise: Belli başlı kurumsal yapılar hakkında fikir sahibi olmaktır. Mahkemeler, şirketler, ordu vs. gibi. Bu kurumların arkasındaki fikirlerin detayları da dâhil olmak üzere. Devlet okullarının, çocuklara bu kurumlar hakkında hiçbir birikim vermediğini anlatabilmek için bir örnek vereyim: Hepimiz, okullarda sürekli "güçlerin ayrılığı" diye bir şeyden bahsedildiğini duymuşuzdur. Devletin yönetim mekanizması en az 3 bölümden oluşur: Biri yürütme organı, biri yasama organı (ki bu ABD de kendi içinde ikiye ayrılır), sonuncusu da yargı organı. Şimdi, biraz düşünürseniz bunun neden böyle olduğunu anlayabilirsiniz. Çünkü bütün insanlar her zaman uyum içinde yaşamaz ve zor zamanlarda aynı fikirleri benimsemez ya da yapmak istemezler. Bilakis herkesin farklı bir tercihi olabilir. Bu sebepten, ortak bir doğruya yaklaşmak için yapılabilecek tek şey fikirleri tartışmaktır. Taraflar meseleyi ne kadar iyi tartışırlarsa, mesele o derece doğru bir çözüme kavuşur. Dolayısıyla, televizyona çıkıp "bu zor zamanlarda fikir ayrılığı görmek istemiyoruz" diyen insanlar son derece Amerika karşıtıdır. Çünkü bu ülke, herkesin farklı fikirler taşıdığı halde bir arada olduğu dünyadaki ilk laboratuvardır. "Amerikan Rüyası" denilen şey aslında büyük ölçüde bundan ibaretti.
Bu okulları devlet okullarından ayıran dördüncü husus şudur: Devlet okullarında çocuklara görgü ve nezaket konusunda alışkanlık kazandırıldığını neredeyse göremezsiniz. Zira nezaket ve medenilik; bütün müstakbel ilişkilerin, işbirliklerinin ve girmek isteyebileceğiniz çevrelere erişebilmenizin anahtarıdır. Sakın "yahu tabiki, bunu herkes bilir" demeyin. Çünkü benim gittiğim hemen her devlet okulu (ki yüzlercesine gitmişimdir) kabalığın, zulmün, pasaklılığın ve yontulmamışlığın birer laboratuvarı gibiydi..
Bu özel okulların vurguladığı beşinci şey: Bağımsız çalışabilme kabiliyetidir. Bunun neden böyle olabileceğini bir düşünün... Devlet okullarında, öğretmen çocukların vaktinin %80-90'nını "doldurmak" için maaş alırlar. Öyle ya da böyle. Burada seçim hakkı öğretmenindir. Ama bağımsız özel yatılı okullarda bu oran neredeyse tam tersidir.
Altıncı prensip: Enerjik sportif faaliyetler yaptırmak. Kesinlikle bir lüks ya da deşarj olmaktan ibaret değil, insanın üzerindeki varlık nimetini takdir edebilmesinin tek yolu bu olduğu için gereklidir. Takdir edilmesi gereken bu nimetler, ilerde güç ya da varlıkta olabilir. Bunun yanında, spor yapmak insana acıyı tatmayı, ona dayanmayı ve acil durumlarla başa çıkmayı (spor esnasında sıkça olur) öğretir. Yedinci madde: Herhangi bir yere ya da herhangi bir kişiye nasıl ulaşılabileceğinin yöntemlerinin öğretilmesidir. Bir çocuğa Los Angeles Belediye Başkanıyla tek başına toplantı ayarlamak gibi bir hedef vermek ve bir yıl boyunca başkana ulaşmak için gereken kanalları oluşturmaya çalışmasına izin vermek vatandaşlık bilgisi dersi vermekten çok daha faydalıdır. Bu kulağınıza çok uçuk mu geliyor? New York'un gayet vasat devlet okullarındaki öğrencilerim sadece New York şehrinin belediye başkanına değil, eyaletin valisine ve sayısız şirketin genel müdürüne ulaşabilmişlerdi. Bunu siz de yapabilirsiniz. Çocuklarınıza, istedikleri ya da ihtiyaç duydukları mekânlara ve kişilere nasıl ulaşacaklarını öğretin.
Sekiz numara: Sorumluluk, bir müfredatın en hayati parçalarından biridir. Evet, bazen bu bulaşıkları yıkamak gibi şeyleri de içerebilir. Bu tip okullarda onları sorumluluk sahibi yapmak için çocuklardan atlara bakmalarını, bazı önemli toplum hizmetlerinde çalışmalarını, kulüplerde başkanlık yapmalarını talep ederler. Bu bahsettiğinizden daha kolaydır çünkü genelde kulüp başkanları çok çalıştıkları için pek kimse buna talip olmaz. Her fırsatta sorumluluk almayı ve her zaman kendilerinden beklendiğinden daha fazlasını üretmeyi öğrenmeleri gerekiyor.
Dokuz numara: Bu uzun soluklu ve çok kapsamlı bir madde. Sürekli kontrol edilmesi gereken bir yolculuk... Bu da kişisel standartların oluşması. Üretim standartları, davranış standartları ve ahlaki standartlar...
On numara: Resim, müzik, dans, heykel, tasarım, mimari, edebiyat ve tiyatro gibi sanatların büyük yapıtlarına aşinalık kazanmak. Sanat eserleriyle içli dışlı olmak.. Çünkü dinin haricinde, hayatımızın maddi sınırlarının dışına çıkmanın tek yolu sanattır. Sizden daha büyük bir SİZ ile irtibata geçebilmenin...
On bir numara: Doğru gözlem ve kayıt yapabilme gücüdür. Size bununla ilgili tek bir örnek vereceğim, eğer biraz düşünürseniz siz de birçok örnek bulabilirsiniz.. Doğru gözlem ve kayıt yapabilme gücü.. İngiliz seçkinleri arasında şöyle bir kabul vardır: Eğer gözünüzle baktığınız şeyi çizemiyorsanız, aslında orada ne olduğunu hiç görmemişsiniz demektir. Dolayısıyla bir anlamda çizim yapmak, gözlem gücünü keskinleştirmek için yapılan bir egzersizdir..
On iki numara: Her türden zorlukla başa çıkma kabiliyetinin gelişmesi. Bu benim en sevdiğim madde, çünkü bir insan için içinden çıkılmaz olan şey bir başkası için çocuk oyuncağı olabiliyor. Oğlunuza ya da kızınıza neyin zor geldiğini anlamak için çocuğunuzu çok çok iyi tanımanız gerekir. Eğer aşırı derecede utangaç bir çocuğunuz varsa, doğal olarak bunu düzeltmesi için onun ihtiyacı olan mücadele insanlar karşısında konuşmak olacaktır. Ya da mesela çocuğunuz korkak bir tipse. Evet, bu ağır bir kelime ama birçok insan, hatta hepimiz doğal olarak korkağızdır. Ta ki fiziksel zorlukların o kadar da kötü olmadığını tecrübe edene kadar.. Hatta canımızı yaksalar bile buna dayanabileceğimizi görene kadar.. Çocuğunuza, yere düştüğünde tek yapması gerekenin ayağa kalmak olduğunu öğretin. Tekrar düşerse tekrar kalkacak.. İşte bu bir başa çıkma yoludur.
On üç numara (listenin sonuna doğru geliyoruz): Bir konuda kesin karar vermeden önce ihtiyatlı olmaktır. Mesela Irak, insanlık tarihinin en yüksek teknolojisine sahip ordusu tarafından işgal edilmeli miydi? Ve bu amaç için yüzlerce milyar dolar harcanmalı mıydı? Eh.. Belki olmalı, belki de olmamalı.. Ama bu konuda kesin karar verebilmek için: Irak'ın lideri ile Adolf Hitler arasındaki benzerlikleri öne çıkaran birkaç saatlik propaganda yayını yeterli olmamalı.. Her ne kadar ülkemizdeki (ABD) insanların %80-90’ı bununla ikna olmuş olsa da..
Ve son olarak: Verilen kararların sürekli olgunlaştırılması ve test edilmesi. Bir konuda bir hüküm verdikten, bir sonuca vardıktan sonra.. Öngörülerinizin, gerçekte olanlardan ne kadar saptığını ya da ne kadar örtüştüğünü kontrol etmek için meseleyi takip etmeli, bir gözünüzü sürekli onun üzerinde tutmalısınız.
Ben John Taylor Gatto ve bunlar da şimdiye kadar mahrum kaldığınız şeylerdi..
"Amerika’nın dönüştüğü tehlikeli sirkten kedinizi korumak için, hassas bir eleştirel düşünme yetisine ihtiyacınız var."
John Taylor Gatto New York Eyaleti Yılın Öğretmeni Ödülü (1991)
#john taylor gatto#john gatto#eğitim#eğitim bir kitle imha silahı#karar vermek#öğretmen#okul#öğrenci#öğrenme#hukuk#edebiyat#din#spor#sanat#felsefe#zorluk#bağımsız#çalışma#mimar#tasarım#dans#tiyatro#resim#müzik#sorumluluk#yöntem#başarı#kişisel gelişim#görmek#nezaket
4 notes
·
View notes
Text
33 şehit daha..
Hani şu boş sandukalarını sırtlayıp getirdiğimiz Süleyman Şah Türbesi var ya… İşte o Süleyman'ın aslında hangi Süleyman olduğu belli değildir, kimine göre Osman Gazi'nin dedesidir, kimine göre Kılıçarslan'ın babasıdır, iki Süleyman arasında 150 sene vardır!
★
Türbeyi Suriye'nin Karakozak köyünden aldık, Eşme köyüne getirdik.
Ama aslında, türbenin yeri zaten Karakozak köyü değildi.
Caber Kalesi'ndeydi.
★
Gel gör ki, aslında Caber Kalesi'ndeki yeri de orijinal yeri değildi.
★
Çünkü…
1938 yılında türbenin muhafız birliği için karakol inşa edilmişti.
Ama, küçük bi pürüz vardı…
Karakolu türbenin yanına inşa etmemişlerdi.
Yaklaşık 500 metre uzağına inşa etmişlerdi.
Bir sene sonra 1939'da, karakolun yanına yeni türbe binası inşa ettiler.
Karakolu türbeye getireceklerine, türbeyi karakola götürdüler.
Kabiri taşıdılar!
★
Gel zaman git zaman, Suriye hükümeti “ben buraya baraj yapacağım, Caber Kalesi sular altında kalacak, türbenizi alın gidin” dedi.
Bu nedenle, 1973 yılında türbeyi gene yerinden söktük.
Tee 15 kilometre uzağa, Karakozak köyü'ne taşıdık.
★
Peki, niye Karakozak köyünü seçtik derseniz…
Bir albay kafasına göre seçti!
★
Türbenin taşınması için Türkiye'den gönderilen heyette, içişleri bakanlığımızı albay Necabettin Ergenekon temsil ediyordu.
Küçük bir pürüz vardı…
Suriye'ye giderken yanlarına Ankara Anlaşması'nı almamışlardı.
Nasıl olsa Şam Büyükelçiliğimiz'de vardır diye düşünmüşlerdi.
Ama maalesef anlaşma metni büyükelçiliğimizde de yoktu iyi mi…
Ankara Anlaşması türbenin iki ülke arasındaki hukuki durumunu belirliyordu.
E bu durumda neye göre karar vereceklerdi?
Suriye hükümeti üç farklı yer gösterdi, birini tercih edin dedi.
Albay Necabettin Ergenekon seneler sonra verdiği röportajda şöyle anlatacaktı: “Bunlardan birini seçin dediler, seçeneklere baktık, hakikaten çok güzel manzaralı bir yer seçtik, olay böylece kapandı.”
★
Caber Kalesi'ni kaptırmıştık ama…
Süleyman Şah türbesi su kenarına, Fırat kıyısında manzaralı bir yere geçmişti.
★
Türbede kimin yattığı belli değildi.
Türbenin yeri orası değildi.
Albay Necabettin Ergenekon'un soyadı da aslında Ergenekon değildi!
★
Baltacı'ydı.
1960 senesinde üsteğmenken, kendisiyle aynı soyadını taşıyan ve hiç sevmediği biriyle karıştırılıyordu, bu yüzden mahkemeye başvurarak, Baltacı soyadını Ergenekon yapmıştı.
★
Çakma Ergenekon'du.
★
Gel gör ki, sonradan aldığı Ergenekon soyadı, başına büyük bir iş açtı.
Ergenekon terör örgütü'nün isim babası diye iddianameye girdi!
★
Çünkü…
Kanada'da yaşayan Ergenekon hahamı Tuncay Güney, söz konusu terör örgütünün isminin, Veli Küçük'ün komutanlığını yapan albay Necabettin Ergenekon'dan geldiğini öne sürmüştü.
★
Ergenekon davası komple sahte çıktı.
Varolmayan örgütün isminin Necabettin Ergenekon'dan geldiğini iddia eden Tuncay Güney de zaten haham değildi.
★
(Tuncay Güney, Necabettin Ergenekon'un oğluyla tanışıyordu.
Volkan Kemal Ergenekon, subaydı.
Askerlere dini propaganda yapmak suçundan yargılanmış, hapis cezaları almış, ordudan ayrılmıştı.
Azerbaycan'a gitmiş, İran'da casus şüphesiyle gözaltına alınmıştı.
İran'dan dönünce, Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın kendisine İstanbul'da suikast düzenlediğini iddia etmişti.)
(Volkan Kemal Ergenekon'un eşi, subay kızıydı.
Eşinin babası, Veli Küçük'ün devre arkadaşıydı.
Veli Küçük'le kayınpederi vesilesiyle tanışıyordu.)
(Peki, sahte haham Tuncay Güney'le nereden tanışıyordu?
Necabettin Ergenekon'un oğlu “cinler alemi”yle alakalı kitaplar yazıyordu, Tuncay Güney de fetocuların Samanyolu televizyonunda program yapıyordu, kendisini konuk olarak almıştı.
Orada tanışmışlardı.)
(Tuncay Güney eşcinseldi.
Kendisi açıklamıştı.
Ama, tesettürlü bir kızla evlendi.
Necabettin Ergenekon'un oğlu, Tuncay Güney'in düğününe katıldı, reşat altını taktı.)
(Tuncay Güney altı ay sonra eşini terkedip yurtdışına kaçtı, kendini haham ilan etti, Necabettin Ergenekon'un oğlunun Veli Küçük'le beraber Azerbaycan'da darbe yapmaya çalıştığını öne sürdü.
Asrın liderimizin altına kendi zırhlı mercedesini tahsis ettiği fetocu savcı Zekeriya da, bunları iddianameye monte etti.)
(Fetocu savcı Zekeriya herkesi şakır şakır tutuklatırken, sahte haham'ı tanık yaptı, cevaplaması için 37 adet soru gönderdi.
Küçük bir pürüz vardı…
Kanada'da sahte haham'ın ev adresi olarak gösterilen adres, Akp yandaşı gazetede çalışan muhabirin kardeşine aitti.)
(Herşey baştan sona yalandı ama… Ergenekon-Balyoz kumpaslarıyla mermi bile sıkmadan Türk Silahlı Kuvvetleri imha edildi.)
(Atatürkçü subaylar, yurtsever kadrolar hapislere tıkıldı, kendi canıyla uğraşan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, Doğu Akdeniz, Suriye ve Irak'taki gelişmelere odaklanması engellendi, beş milyon Suriyeli “demografik dinamit” olarak memlekete sokuldu, paralı asker haline getirilen gariban Türk çocukları, Arap bataklığına sürüldü.)
★
Kafanız mı karıştı?
★
Hadi burda bekliyorum, gidin en baştan okuyun gelin.
★
Geldiniz mi?
O halde devam edelim.
★
Ortadoğu denilen coğrafyada a'dan z'ye her şey belirsizdir.
Fludur.
Doğru bildiklerin yanlıştır, asla göründüğü gibi değildir.
Yanılsamalar çölüdür.
Tek gerçek vardır…
Oradan mutlaka uzak durulmalı, adım bile atılmamalıdır.
★
CIA'in FSB'nin MI6'in Mossad'ın oyun alanına İETT'yle girmek, intihardır.
★
Ha bu arada…
Süleyman Şah türbesi'nin Caber Kalesi'ndeki orijinal adresinin toprağı nerede biliyor musunuz?
Anıtkabir'de!
★
Mustafa Kemal Atatürk rahmetli oldu.
Mozolenin altındaki kabir odasında defnedildi.
Türkiye'nin bütün şehirlerinden, Selanik'te dünyaya geldiği evin bahçesinden ve Süleyman Şah türbesi'nden birer avuç vatan toprağı getirildi, pirinç vazolara konuldu, Atatürk'ün kabrinin etrafına dizildi.
★
Her tarafı belirsiz olan Süleyman Şah türbesi'nin, tartışmasız tek doğrusu, Anıtkabir'dedir.
★
Zaten, çıkarırsan Atatürk'ü…
Geriye işte anca bu akp kalır!
Yılmaz Özdil *
53 notes
·
View notes
Text
En çok neye üzülüyorum biliyor musunuz ?
Bir Türk bayramı olan Nevruz'un,Türk düşmanı terör örgütüne propaganda aracı olmasına.
Onlarda suç yok !
Bizim mankurtlaşmış millette suç..
Örf ve adetine sahip çıkmayan mankurtlar aptal aptal şeylerle uğraşmakta...
Milli değerlerine sahip çıkmayanlar tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.
Bu yüzden,bir toplumu içten yıkmak isteyenler;Millî değerlerini yok etmeye,örf,adet ve geleneklerini unutturmaya çalışmaktadırlar..
Bu değerlere saygı duymayan ve sahip çıkmayan toplumların akıbeti hüsrandır; Milli değerlerine sahip çıkmayan toplumlar emperyalist güçlerin etkisine girmekten kurtulamazlar.
Bu bağlamda Milli değerlerimize,tarihimize ve kültürümüze sahip çıkmalıyız.
Bu vesileyle tekrar Türk'ün bayramı Nevruz'u tebrik ederim.
1 note
·
View note
Text
MUHALIF POPULIZM
KISA VADEDE TEK ÇARE POPÜLİZM https://www.perspektif.online/ittifak-ve-adaydan-fazlasi/ Şatafatlı "Hikaye" denen aslında bu milletin çoğunluğunun "genetigini" oluşturan milliyetçilik ve muhafazakarligin KÖPÜRTÜLMESIYLE birlikte ve evet BELIRSIZLIGIN TAVAN yaptığı günümüz koşullarında endişe ve kaygıları yatıştıran "BABA" lidere TESLIMIYETI sağlama. Muhalif Hikaye Demokrasi ve katılımcılikla yaparız olmamalı tam da bu yüzden. Belirsizlik-Endise-Baba Lider Doğal üçgeninde işlemez bence. Özgürlük korkusunu körükleyen dünya ahvalinde TERS TEPER. Aklıma gelense vatandaşlık geliri üstünden herkesin ekonomik korkusunu yatıştıran kapsayıcı hikaye. Ve bunu başarabilecegi INANCINI sağlayacak ŞEFKATLİ BABA LIDER. CHP Imamoğlu ve Istanbulda yaptıkları yoksullara verdiği güvenceler, koruma, ucuz ekmek vs KÖPÜRTÜLMESIYLE evet KÖPÜRTÜLMESIYLE BABA LIDER imgesini YARATMALI.
https://t24.com.tr/yazarlar/aydin-engin/eyvah-imamoglu-iyi-yapti-yasasin-imamoglu-kotu-yapti,33993 İstanbul'a Bir Ay İZLANDA KIŞI geliyor haberini duyunca olacakları tahmin etmiştim ama siyasete bulaşmamaya çalıştığımdan sesimi çıkarmadım. 1. İBB imkanları istatistiki ortalamanın ÇOK üstüne YETMEYECEKTİ. 2. İktidar KÖPÜRTEREK KULLANACAKTI. 3. Seçmenin İNANMASI PSİKOLOJİK diyordum 3.1 Ekonomik programın etkisi YOK. 3.2 Koyu belirsizlik ortamında HİKAYE olarak YOKSULLARA kol kanat geren BABA LİDER İMAMOĞLU İMAJI KÖPÜRTÜLMELİ diye tvit atmıştım. 4. Haber yorumlu tvit atmadığım için yazmadığım ama gördüğümü İBB-CHP KADROSU nasıl GÖRMEZ. 4.1 TIYNETLERİ BU, her HERZEYİ YERLER 1. IMAMOĞLU yönetemiyor propagandasının sonuçları. 1.1 BECERIKSIZ 1.2 Muhalefet beceriksiz 1.3 Iktidarin sefaleti HASIRALTI 2. Imamoğlunun KÖPÜRTÜLMESI önerisi 2.1 Bütün MEDYA(TV) IKTIDARDA 2.2 HALK TV'yi AKP'li izlemiyor 2.3 FOX SUSTURULUYOR 2.4 TERSINI IKTIDAR YAPIYOR(aynı mekanizmalarla) Her yönetim biriminin istatistiki ortalamalara göre önlem araç gereç ve personeli vardır. Maliyetler bunu gerektirir. Ortalamanın çok üstünde vakalarda önceden haberiniz de olsa yetişemezsiniz. 1. BESLEME SÜLÜK GEMISI var gücüyle IMAMOĞLU'nu BECERİKSİZ gösteriyor. 2. SEÇİM YATIRIMI 3. ANKET ŞİRKETLERİ, bazı gazeteci ve aydınların seçmenin, İNANDIRICI (neye göre inanıyor acaba, analitik becerileriyle vardığı yargı? ha ha) bir EKONOMİK PROGRAMI olmadığı için MUHALEFETE GÜVENMEDİĞİ hipotezi ile foseptik propaganda arasındaki BAĞLARI hiç ölçmeye çalıştılar mı? 3.1 Öte yandan ülkenin içler acısı felaket haliyle tek adam arasında kurulan hemen her bağlantının şiddetle bastırılması, sansür edilmesi ve her iyi haberin tek adamla ilişkilendirilmesinin bu BECERIKLILIK inanciyla ilişkisi nedir acaba.
https://birikimdergisi.com/haftalik/10887/anket-demokrasisi Birikim Haftalık'ta bugün Tanıl Bora yazdı: "Anket Demokrasisi" "'Doğrusu' vardır, uyduruğu çarpıtılmışı vardır. Anketlerin kazandığı önem üzerinde durmak istiyorum. Tahrik sorusu şudur: Demokrasi, bir anket demokrasisi haline mi gelmiştir?" Tanıl Bora'nin anket sirketleriyle ilgili yazısına düştüğüm kuramsiz gözlem olmaz şerhi de bu anketlerin TOTOLOJİK kurgusuna bir eleştiri. 1. KURAM=>Seçmen, (içi dolu)ekonomik program olmadığı için muhalefete güvenmiyor. 2. Anket soruları buna göre oluşturuluyor. 3. Seçmen güvenmiyor sonucu 3.1 Demek ki deniyor 3.1.1 Ekonomik program yok 3.1.2 Olanın içi dolu değil. 3.1.2.1 Seçmen inanmıyor çünkü(ha ha). Ne koyduysak onu bulduk, ölçtük. Totoloji bu şekilde oluşuyor. Kuram=>Soru=>Cevap=>Kuram O yüzden yorumlar olmalıdır. Anketcilerin kuramlari hakkında bilgi sahibi olmak demek yaptıkları totolojileri de anlamak demek. 1. Anketcinin Kuramı=>Soru=>Seçmenin Cevabı=>Anketcinin Kuramının Doğrulanması 2. Doğrulanan kuramın gazeteci ve aydınları etkilemesi( fikirleri yönlendirmesi) (Bora Haklı) 2.1 Kuramın kitlelere aktarılması 2.1.1 Muhalif partilerin elitlerini esir alması. 2.1.1.1 Geliştirilecek çözümleri budama, sınırlama ve şartlandırma. 1. Muhalefetin ekonomik programının olmaması ve Seçmenin muhalefete bu yüzden güvenmemesi KORELASYON, güvenmemenin NEDENİ BESLEME SÜLÜK ŞARTLANDIRMASI OLABİLİR. 2. Kuram "bu yüzden güvenmiyor" olunca diğer alternatif neden soruları SORULMUYOR. Böylece kuramı yanlışlayan cevaplar çıkmıyor.
0 notes
Note
He doesn’t know what’s going on but he appreciates the flowers.
I tried giving Misa some justice, round face shapes are hard to draw.
@tmntaucompetition
#IM SO TIRED#rottmnt#neye#tmnt au competition#rottmnt fandom#rottmnt donnie#rottmnt fanart#littlemissartemisia ask#ask box#NEYE propaganda
68 notes
·
View notes
Photo
Ahmet Davutoğlu-Ali Babacan
Ülkede gerçek bir muhalefet boşluğu var. Mevcut muhalefet sarayın oluşturduğu gündem peşinde koşmaktan başka bir varlık gösteremiyor. Saray sınıf imamı gibi, konu başlığı oluşturuyor. Muhalefet o konuyu tartışmaktan gerçek gündemi konuşamıyor. Ya da konuşmuyor! AKP Genel Başkanı başbakan olduğu dönemde gazetecilerle sohbet ederken; “bu tür gündemler oluşturmazsam ülkeyi yönetemem ki” demişti. Halkı her zaman ateşleyin, asla soğumasına ve düşünmesine izin vermeyin. “Joseph GOEBBELS (Hitler in Propaganda Bakanı)” Muhalefet 18 yıldır kendi gündemini oluşturmayı beceremiyor. Oysa gündem dışına çıkmak çok basittir. Sis bombaları patlatıldığında ilk önce; ‘-Geç, geç… Milletin yalan-yanlışla uğraşacak zamanı yok…’ diyerek önüne konan suni gündemi değersiz kılarsın. AKP sosyal medyada bu işi trolleri kullanarak yapıyor. Ne kadar ciddi yazı varsa, altına bu tür yorum yazıp, değersizleştirme algısı üzerine çalışıyorlar. Suni gündemi alaya alıp, sis bombalarını dağıtılabilir. Ülkenin kanayan yaraları tek tek ele alınıp, gözlerine sokulur. *** *** Muhalefet vatandaşa DERMAN(!) olamayınca, sahte reçetelerin gündem olması kaçınılmazdır. Davut’un oğlu ile bir zamanların Bebecan’ı muhalefetin zayıflığını görerek meydana çıkıyor. Üstelik onca sabıkalarına rağmen… *** *** Bunlara reisleri bakanlık verseydi, ayrılıp parti kurarlar mıydı? Bunlar AKP içinde iken hangi yanlışın karşısında durdu? Özelleştirme adıyla kurumların peşkeş çekilmesine mi? Yağmaya mı? Hırsızlığa mı? Yolsuzluğa mı? Neye karşı çıktılar? Türk Ordusu’na ve Türk aydınlarına ‘ABD+FETÖ+AKP’ ortaklığında kumpas kurulurken ortaktılar. PKK’ya diz çökerken, Barzani ile gurur duyarken, Barzani’nin malları Mersin Serbest Bölgesinden eskort eşliğinde taşınırken birlikte idiler. Ege adalarımız Yunan işgaline terk edilirken birlikteydiler. AKP Haçlı Ordusuna ayakçılık yaparken birlikteydiler. Şimdi hangi yüzle milletin karşısına çıkıyorlar? *** *** Ali Babacan 1 milyar dolar karşılığında ABD’ne Irak’a girmeme, yani; Irak Türkmenlerini sırtından bıçaklama anlaşması yaptı. Bir Milyar Lira karşılığında Türkiye’nin çıkarlarını sattı. AB’nden sorumlu bakan iken AB’de gittiği ülkede kargo kapısından içeri alındı. İtiraz etmedi. Her şeyi düzgün olsa dahi, EZİK bir kişiye devlet yönetimi teslim edilir mi? Küresel çetenin Bilderberg toplantısına katılan isimdir. AKP’li Ali Babacan’ın TÜSİAD toplantısındaki: “Biz bu bölgede (Ortadoğu’da, Kafkasya’da ve Balkanlar’da), ülke sınırlarının anlamsızlaşmasını, sermaye ve üretimin serbestçe dolaşımını ve artık halkların kaynaşmasını istiyoruz. Bu maksatla Afrika’ya açılıyoruz.”(18.01.2012) Sözleriyle Türkiye’yi de parçalamayı amaçlayan BOP hedefine ve Siyonist sermayenin dünya hâkimiyetine hizmet ettiklerini resmen açıklamış oluyordu. *** *** Davutoğlu…. Dışişleri Bakanı iken ABD’ye yaptığı ziyarette parmakla çağrılınca koşa koşa giden kişidir… ** “Ahmet Davutoğlu, Obama ekibinin güvenoyunu da alarak Dışişleri Bakanı oldu. Obama Başkanlık koltuğuna 20 Ocak 2009’da oturmuş, hemen ardından da Başbakan’ın Başdanışmanı sıfatı ile Ahmet Davutoğlu Washington’u ziyaret etmiş ve bence tarihe geçen şu sözleri sarf etmişti: Obama ile Türkiye’nin dış politika tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir. Cüneyt Ülsever” ** “Ahmet Davutoğlu, Cüneyt Ülsever gibi liberal isimler tarafından dahi fazla ABD eksenli bulunuyor. Davutoğlu’nun “ ABD ile çıkarlarımız tamamen örtüşüyor” sözleri liberal kesim tarafından bile fazla iyimser bulunuyor. Barış Terkeoğlu oda.tv” Kenan Çamurcu: “Davutoğlu'nun Türkiye'yi felakete sürükleyen savaş çığırtkanlığı karşısında bir sırrı ifşa etmemin zamanı geldi: 90'lı yıllarda Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne başkanlık ettiği sırada belediye adına uluslararası etkinlik ve programların ağırlıklı bölümünü ben yönettim. O programlar çerçevesinde düzenlediğimiz uluslararası sempozyumlardan hangisine akademisyen Ahmet Davutoğlu'nu davet... etsem veya herhangi bir programın oluşturulmasıyla ilgili olarak onu istişareye davet etsem, bugün Erdoğan'ın fırıldağı olmuş İslamcı grup liderlerinin çoğundan hep aynı itirazı alırdım: "Karanlık ve şaibeli biri, İsrail'le bağlantısına dair bilgi ve kuşkular çok güçlü, niye onu çağırıyorsun? Düşünsene, İslamcılardan hangisi daha 20'li yaşlarında çift pasaport alıp ülke ülke dolaştı? İsrail'e bir pasaportla, Arap ülkelerine başka pasaportla giden biri." Bu ve benzeri itiraz ve eleştirileri o zamanlar komplo fikirler görürdüm. 17 Eylül 2013” Davutoğlu ABD veya küresel şirketlerin fedailiğini yaptı dersek, pek de yanlış olmaz. Suriye ve Libya’nın parçalanmasının, akan kanın sorumlularından biridir. Üstelik Suriye politikasına hala sahip çıkıyor. Libya’da Kaddafi’yi linç eden katillere bavulla para dağıtan şahıs.. Kaddafi linç edildiğinde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile çak yapan şahıs. Bir zamanlar pilli tavşan yakıştırması yapılan isim. Açılımcı. Etyen Mahçupyan Davutoğlu’nun danışmanıydı. Mahçupyan Ermeni Soykırımı yapılmıştır diyen ve bu iddialar doğrultusunda çalışmalar yürüten bir gazetecidir. Ermeni tarihçi Dabağyan Mahçupyan’ın dış bağlantılarına dikkat çekmiştir. PKK’nın silah bırakması gündeme geldiğinde Mahçupyan PKK’ya “sakın silah bırakmayın” diyen şahıstır. Peki, Davutoğlu böyle bir ismi neden danışman almış olabilir? Van-Akdamar adasında bulunan Ermeni kilisesi onarılıp çan takılarak ibadete açıldığında, Ermenistan’dan davetli bazı isimler gelmişti. Davutoğlu Ermeniler’e hitaben; “Bir gün topraklarınıza dönebileceksiniz” demiştir. Süleyman Şah Türbesi’ni omuzlayıp YPG yardımıyla Suriye’de bulunan vatan toprağını terk eden şahıs, Büyük Ermenistan hedefine sahip çıkıyor. Aslında, BOP kapsamında güncellenen Sevr… *** *** Bebecan ve Devit’in Oğlu parti kurdu. İkisinin de Karay Yahudisi olduğu iddia edildi. İkisi de yalanlamadı. İkisinin söyleminden anladığım şudur; AKP ve Başkanı Anadolu İslam Federe devletine henüz geçemedi. Küresel sermaye Türkiye’nin fedarasyona geçmesini istiyor. Böylece hedeflenen Büyük İsrail Devleti’nin Türkiye parçası kopartılacak. Osman Baydemir Diyarbakır Belediye Başkanı olduğu dönemde Güneydoğulu gazetecilere verdiği iftar yemeğinde yaptığı açıklamada;
“Kuzey Irak’ta özerk bir Kürdistan kuruldu. Başşehri Erbil’dir. Kuzey Suriye’de özerk bir Kürdistan kuruldu. Başşehri Kamışlı’dır. İran’da da özerk bir Kürdistan kurulacak. Başşehri Mahabad olacak. Türkiye’de de bir özerk Kürdistan kurulacak. Diyarbakır’ın ismi değiştirilerek ‘Amed’ yapılacak. Başşehir Amed olacak. Bu 4 başşehir Avrupa Birliği’nde olduğu gibi yanlarına Ermenistan ve Ürdün’ü de alıp, sınırları da kaldırarak ‘ortak para birimine’ geçecek ve ‘Büyük Kürdistan Birliği’ hayat bulacak.” Demiştir. Anlaşılan o ki, bu iki sabıkalı isim, Osman Baydemir’in ‘Büyük Kürdistan Birliği’ hedefini gerçekleştirmek, Anadolu’yu Türksüzleştirmek için piyasaya sürüldü. Vahim olan şu ki; Muhalefet bu iki piyona sahip çıkıyor. 12 Mart 2020 Zahide UÇAR
0 notes
Text
Ezberler Konuşuyor!
Hep ezberler konuşuyor. Her durumda ezberden okunanlarla bir hayat pratiğinin üstünde tepiniliyor. Bir hayat emaresinin tek bir izi kalmasın diye çabalara düşülüyor. Biteviyelik dahilinde, normaller yıkılırken, yeniden ezberlerden el alınmaya çalışılıyor. Hayat alenen bu sathı mahalde bile isteye kör karanlıkların rehini kılınıyor. Ne evvel, ne öncesine artık benzeyen bir kötürüm karanlık sureti, ismen yeni anılan bu güncellikte uygun adım, afaki bir disiplinle güncelleniyor. Baş amir ve şürekasının suna geldiği bütünüyle başkalaşmış ola gelen bir cerahat sarmalının ta kendisine evriliyor artık. Benzeş, aynı odaklar arasında dolaşıma çıkan bir meram değil, her gün mot-a-mot aynı kılınan kılavuz çizgilerine sabık bir biçimde tutkun, gel gelelim sonuçları her defasında daha ağır olan yıkımların varlığına şahitlik ediyoruz. Her dem ezberler konuşurken, umarsızca gündelik yaşam çekiştirilmeye devam olunurken, yerle bir edilenin insana dair olduğu gözlerden kaçırılıyor.
İsmen ileri demokrasi, hakkın ve hukukun eşitliği falan denilirken, bir rol model olduğuna dair rivayetler zikredilirken Türkiye adına, hakikatin birbirinden beter ters köşelerden hep ama her dem ayarsız bir yıkıcılıktan mülhem olduğu gözlerden kaçırılır. Biz kavramının en kestirmeden çöpe basıldığı bir yerde, basmakalıp laflarla günler geçirilir. Dahası daimi bir biçimde nefret adına / şiddet ve ötekileştirme gailesiyle uygun görülen her hamlede bir kere daha bir memleket çatısının yıkımı güncellenir. Geçmişinin katran karanlığı ile bariz bir yüzleşmeye girdiğini iddia eden bir iktidar aygıtı / mekanizması için ne kadar fenalık, hangi türden kötülük varsa bunun uygulandığı bir ülkedir mesele. Demokrasi isteminin bir tek muktedire ait kılındığı, lafta / tabelada göründüğünden çok olmadığı Kürd illerinde var edilen kuşatma halinden belirgindir. Kürdistan sathına gözlerini kapayanlar için işte şu ülkenin batısında özellikle İstanbul ve Ankara’da aralıksız fırsat var fırsat diye uygun adım biçimlendirilen olağanüstü hal kıvamlı tecrit, sessizleştirme ve belirgin bir teslim ol ihtarının her neye mahal verdiği ezber edilmiş olanların bir ülkeyi nasıl bir uçurumun ta en ucuna taşıdığını ispata kafidir.
Yeni Yaşam Gazetesinden aktaralım: “Van’a giden CHP Şişli Belediye Başkanı Muammer Keskin’in bulunduğu heyetin esnaf ziyareti sırasında yurttaşlardan Sedat Alkan, “Diyelim demokratik bir ittifak ile AKP-MHP faşist hükümeti devirdik. Gelecek hükümetin bu coğrafyaya bakış açısı nasıl olacak? İnkar edilen birçok şey var. Bizim kendi köylerimizin isimleri bile inkar edilmiş. İlçelerimizin, illerimizin isimleri değiştirilmiş. Mesela Mustafa Kemal’in bazı demeçleri var Kürdistan üzerine… Şimdi bu halk kendi değerlerini ile yaşamak istiyor. Biz anadilde eğitim istiyoruz. Yerel yönetimlerin, özyönetim ile güçlendirilmesini istiyoruz…” demişti.
Bu diyaloğun gündeme oturmasının ardından HDP’li Alkan’ın evine baskın yapıldı. Alkan hakkında gözaltı ve arama kararı çıkartıldı. Alkan, bugün yakalama kararının ardından gözaltına alınarak saatlerce emniyette tutuldu ve ifadesinin ardından serbest bırakıldı.
Alkan, o günü ve sonra yaşananları gazetemize değerlendirdi.
*CHP heyetine yaptığınız konuşma kamuoyunda oldukça yankı buldu. Ancak bunun üzerine gözaltı ve yakalama kararıyla karşılaştınız. Ne oldu konuşmadan sonra?
Diğer seçim süreçlerine oranla önümüzdeki seçim için resmî ideolojinin sınırlarının dışına çıkamayan partiler Kürdistan’a daha çok uğrar oldu. Bunun nedeni ise seçim sonucunun yurtsever Kürt halkı tarafından belirleneceği gerçeğidir. Bu yüzden bölgeye gelen siyasetçiler propaganda yapayım derken sık sık halkın politik tepkileriyle karşılaştılar. Tarihsel bağlamı ile, inkar edilen Kürdistan gerçeğini dillendiren Kürtlerin hepsi, baskı ve gözaltı ile sindirilmek istendi. Halbuki demokratik uygarlık tarihi ortadadır ve Kürdistan gerçeği güneş gibi parlamaktadır.
*Bu gözaltı ve yakalama kararını nasıl yorumluyorsunuz?
Gündeme düşen diyalog çok desteklendi çünkü söylediklerimiz, aslında bütün boyutları ile geliştiremediğimiz ve eksik bıraktığımız demokratik siyasetin, yeterince dile getiremediği toplumsal taleplerimizdir. Kürdistan’ın başlıca gündemi ekonomi değil, aslında krizin de kaynağı olan savaş politikalarıdır. Yeni bir hükumet vaadi ile gelen siyasetçilere, savaş politikalarını devam ettireceklerse, tecrit ve baskı politikalarından vazgeçmeyeceklerse, HDP ile bir araya gelmekten korkacaklarsa şimdiki iktidardan ve hükumetten bir farklarının olmayacaklarını belirttik. Anadilde eğitimin iki derslik seçmeli dersler ile karşılanamayacağını, eğitim ve ekonominin toplumsal özgünlüklere göre toplumun bizzat kendisi tarafından belirlenmesi gerektiğinin altını çizdik. Elbette bu diyalogdan sonra baskıya uğrayacağımı, gözaltına alınmak isteneceğimi biliyordum. Özgürlük talebini ikiyüzlü ve işbirlikçi çizgide olmadan savunan bütün samimi Kürtler baskı altında olduğunu biliyor. Ama hakikat ben söylesem de söylemesem de yaşıyor ve gizlenemez, ne yapılırsa yapılsın açığa çıkmaya mahkûmdur. Politik Kürt halk gerçekliği de böyledir ve Demokratik Ulus ile şekillenen özgürlük talebimiz baskılara uğrasak da dile gelmeye devam edecektir.”
Sedat Alkan’ın dile getirdiği meram bütün o ezberler menzilinde aslında her nelerin tam olarak var edildiğini de işaret eder, ifşa eder. Düz anlam bir düşmanlık eriminin süreğen hal ve istemi dahilinde olmakta olan Kürd’ün bir asır sonra bir kere daha yok sayılmasıdır ya da hiç addedilmesidir. Demokratikleşmeden bunca bahis açılırken, Cumhuriyet Halk Partisinin, bir umut olarak ileriye sürüldüğü menzilde, onların da sessiz mi, yoksa sahiden de harekete geçmeye hazır mı olacaklarını bildiren bir sınama ile çıka gelir Alkan. Anlattığı şeyler, bir asırdan uzunca bir zaman eriminde göz ardı edilmiş olanın her nasıl, her ne şekilde ivedi olduğunun da beyanıdır. Görünen köye hala kılavuz talep edenlerin tam da karşısında mesele olduğu gibi yalındır. Kim verecektir Kürd’ün hakkını. Her ne şekilde tahsis edecektir eksik kılınan, gasp edilenleri. Ya da hakkaniyeti, doğrudan bariz bir müşterek mesel olan insan haklarının tahsisini kim var edecektir sahiden? Dile gelmiş olana yanıtı muktedir böylesine gözaltı kararı ve yaftalama ile verirken, memleketin tüm o kalanı, Cumhuriyet Halk Partisi ve beraberindeki temsil, onunla hareket eden insanların sözü ne yana düşer? Bunca zamandır Türk’ün kılınmasından ötesi için tek bir tasarrufun dahi var edilmediği bir menzilde, asıl yarayı görmek, Alkan gibi milyonların aksettirdiği hakikati anlamak ne zamandır, hangi zaman?
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “HDK, HDP ve GÖÇİZDER’e dönük soruşturma kapsamında yapılan baskınlarda çok sayıda siyasetçi ve dernek üyesi gözaltına alındı.
Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde bulunan Genel Merkezi binasına sabah saatlerinde polisler tarafından baskın düzenlendi. Polisler, kapısını kırdıkları binada bir süre arama yaptıktan sonra ayrıldı. Tekirdağ Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında yapılan baskında kimi materyallere el konulduğu öğrenildi. Soruşturma kapsamında 11 ilde birçok eve baskın düzenlendi. 42 kişi hakkında gözaltı kararı olduğu belirtildi. Sabah saatlerinde yapılan baskında HDK binasının giriş kapısı ve içerdeki kapılar polisler tarafından kırıldı. Baskında flama ve bayraklar dağıtıldı, 4 bilgisayara ve dijital materyallere el konuldu.
Göçizder'e Baskın
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen bir başka soruşturma kapsamında Göç İzleme Derneği'nin (GÖÇİZDER) İstanbul Şirinevler'deki binasına baskın düzenlendi. Yine dernek yöneticilerinin evlerine de eş zamanlı baskın düzenlendi. İstanbul merkezli 5 ilde düzenlenen ev baskınlarında 28 kişi hakkında gözaltı kararı olduğu ve 22 kişinin gözaltına alındığı öğrenildi.
Gözaltındakiler
Her iki soruşturma kapsamında gözaltına alınan bazı isimler şöyle: HDP Genel Merkez Yöneticisi Abdurrahman Öztürk, HDP PM üyesi Kenan Yıldız, HDP Kırıkkale İl Eşbaşkanı Yakup Aslan, HDP Bağcılar İlçe Örgütü yöneticisi Ramazan Kırkpınar, HDP Beylikdüzü İlçe Eşbaşkanı İrfan Hülakü, HDP Edirne İl Eşbaşkanı Melahat Çelik, HDP Tekirdağ eski İl Eşbaşkanı Alev Ateş, HDP yöneticileri Ömer Güven, Hüseyin Gözen, Emin Şen ve Ercan Ogeday, MATUHAYDER yöneticisi Cihan Kartal, GÖÇİZDER yöneticileri Şeref Kaya, Halit Karahan, Av. Pınar Konak, Makbule Altıntaş, Veysi Yıldız, Bilal Yıldız, İlyas Erdem, Zelal Coşkun ve Kerem Tosun, Hilal Cıvıl, Füsun İşcan, Arif İsmet Yılmaz. HDP MYK üyesi Emir Orhan, HDP Ula İlçe Eşbaşkanı Hilal Cıvıl, Yeşil Sol Parti Muğla İl Disiplin Kurulu üyesi Arif İsmet Yılmaz ve HDP üyesi Füsun İşcan.
Kanser Hastası Gözaltında
Van ve Bingöl'de de birçok eve eş zamanlı baskın düzenlendi. Van'daki ev baskınlarında Behiye Kamaç, Mehmet Salih Demir, Ömer Işık, Behice Abi ve KHK’li olduğu gerekçesiyle mazbatası AKP’li adaya verilen Tuşba Belediye Eşbaşkanı Yılmaz Berki, Şahin Aydemir, Suat Özbek ve Sıddık Abi gözaltına alındı. Gözaltı sayısının artabileceği belirtiliyor.”
HDP'nin eski Bingöl İl Eşbaşkanı Saadet Fırat da Bingöl Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen bir soruşturma kapsamında evine yapılan polis baskını ile gözaltına alındı. Kanser hastası Fırat’ın, İbrahîman köyünde gözaltına alındığı ve İl Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüğü öğrenildi.
Mardin
Mardin’in Nusaybin ilçesinde sabah saatlerinde yapılan ev baskınlarında çok sayıda kişi gözaltına alındı. Evlerde eşyalar dağıtılarak arama yapıldı. Yatalak olan Halit Çağlın da gözaltına alınmak istendi. Çağlın’ın ailesinin tepki göstermesinden dolayı polislerle aralarında tartışma yaşandı. Ailenin itirazı üzerine polisler savcılığı arayarak Çağlın’ın durumunu aktardı. Bunun üzerine Çağlın gözaltına alınmadı. Gözaltına alınan diğer isimler ise İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü.”
Devam edelim aktarmaya: “Tekirdağ ve İstanbul merkezli iki soruşturma ile gözaltı furyasına karşı İstanbul'da bir basın açıklaması var edilir. HDK Eşsözcüsü Esengül Demir, polis baskının “mafya” devleti yöntemleriyle gerçekleştiğini ve baskının gerçekleştiği genel merkezlerinin kapılarının kırılarak, birçok dijital materyallerine el konulduğunu belirtti. Kongrelerine yapılan baskınlarının hukuksuz olduğunu ifade eden Demir, “AKP ve MHP mafya devletinde hukuk geçerli değil. HDK, özgürlükçü ve demokratik paradigmasından asla vazgeçmeyecektir, taviz vermeyecektir. Kongremiz, Türkiye’de demokratik siyasetin önün açılması, ötekilerin ortak mücadele araçlarından bir tanesidir. Ötekiler diye tanımladığımız bütün halklar, inançlar, ekolojik mücadele yürütenler, kadın mücadelesi yürütenler, emeğin hakkını savunanlar HDK bünyesinde Türkiye’de demokrasi mücadelesi, eşitlik mücadelesi vermeye devam edecektir” dedi.
Bu operasyon ve baskıların mücadeleden vazgeçirmeyeceğini vurgulayan Demir, “Bugün yapılan baskınlar ne bizi mücadelemizden ne de demokratik mücadelesinden geri adım attırmayacaktır. Göçmen ve mültecilerin sorunlarını gündemleştirilen GÖÇİZ-DER’e, HDP il ve ilçe yöneticileri dönük baskınlar yapıldı. Operasyonun amacı savaş siyaseti ve toplumsal kamuoyundaki baskıların devam etmesidir. Açık siyaset yürütüyoruz. Her zaman olduğu gibi devam ediyoruz” ifadelerini kullandı.
HDP Van Milletvekili Sezai Temelli, HDK’ye yönelik polis baskınlarının ve gözaltıların OHAL’in devamı olarak gördüklerini belirtti. OHAL’in Türkiye’de demokratik siyasetin tasfiye edilmesi adına yürütüldüğüne dikkat çeken Temelli, “O günden bugüne bu tür baskın ve gözaltı yöntemleri devam ediyor” dedi.
Temelli, “Tükenmiş ve acze düşmüş bir iktidarın ayakta kalmasının yegane yolu işte bu OHAL düzenidir, işte bu savaş politikalarıdır. Eğer biz demokratik bir ülkede yaşamak istiyorsak, demokratik hakları sonuna kadar kullanmak istiyorsak, siyasi özgürlüklerin var olmasını istiyorsak tecrite, savaşa, OHAL’e, kayyıma velhasıl demokrasinin karşısında olan bütün güce karşı hep birlikte dayanışmayla karşı koymalıyız. Ya bunu hep birlikte başaracağız ya da seyirci kalacağız. Biz seyirci kalmayacağız. Bütün gücümüzle buna direnmeye devam edeceğiz. Bu operasyonlarla toplumsal barış çıkmaz, buradan siyasi barış çıkmaz. Bu düzen değişmedikçe kimseye huzur yok. Bu baskılar bize yapılıyorsa emin olun sıra herkese gelecek. Buradan çağrı yapıyorum artık demokrasi cephesinde, demokrasi ittifakında buluşma zamanıdır” şeklinde konuştu.”
Ezberlerin konuşulduğu bir güncellik yine yeniden bina ediliyor. Halkların Demokratik Partisinden sonra Kongre aksiyonunun da aleni hedef kılınmasının yolu / hattı açılmaya devam olunuyor. Göz ardı edilmiş asırlık Kürd sorununu, tıpkı Ermeni, tıpkı Süryani ve Pontos Rum’u, Ezidi ve başka öteki olarak anılanlara var edilmiş sorunlardaki gibi yine, yeniden kanatarak bir yol açılacağı umuluyor. Düz ovada siyaset yapmalarının daha yakın zamanlarda var edilmiş, bir anda paldır küldür devletçe devrilmiş barış müzakerelerinin güncesinde onandığı / olur bildirildiği bir zeminde, bugün altı milyondan fazla seçmenin tercihi olagelen bir çatı, onunla birlikte hareket eden her türlü manevra sahası, yapının ta kendisi hedef kılınır. Demokrasicilik oynanırken, iktidarından ana muhalefet ve kalanına birlik ve bütünlüğü Kürd ve Türkiyeli halkların birlikte ses verdiği zeminleri yok etmek adına kurulan tertibatlar bir kere daha güncellenir. Her defasında apaynı aymazlıklar her defasında suç işleri bakanının yönlendirdiği, kiralık emir erleri, göz dağları ve işkenceyle nice fecaatin ta kendisi sürekli güncellenir. Bu hallerle bir kere daha ülkenin belki de en kestirmeden, doğrudan muhalefeti sonlandırılmak istenir. İyi de böyle sonlandırılabilir mi?
Her dem ezberler konuşuyor. Ne vahametin farkına varılabiliyor, ne uçurumun kıyısına her nasıl itildiği bir ülkenin mesel olunuyor. Dönüyor dolaşıyor büyük cümleler kurulup duruluyor, gel gelelim hafsala almayacak afaki cürümlerle sözüm ona bir normal bina edilmeye devam olunuyor. Bir sandık bahsi tutturulup gidilirken, bir asırdır demokrasiyi dahi var edememiş ülkenin hazin sureti yanı başında biter. Memleketin 1890’lardan bu yana belki de doğrudan var edilebilmiş en hakiki müştereklerinden birisi olan bir siyasal çatı hedef olunur misal, mesel olunmaz. Güncellik dibine kadar çürümeyi işaret ederken, her dem muktedir ilan edilmiş baş amirin elinde oyuncak bir ülkenin varlığı keskin, elem dolu bir hakikat kılınıyor. İyi de yol nereyedir? Benzerlerini daha önce gördüğümüz tüm o ayrım, eksiltme ve cerahate arka çıkmalarla hayatın normal değil tersi istikametteki hal ve gidişatı keskinleştirilir. Her şeyiyle, hemen her anlamda, duraksamadan bu çukurlaşan ülke hakikati gerçekken o ezberleri alt üst edebilmek ne zamandır, hangi zaman? Ezberler hayatı kuşatırken, hakikat her gün bambaşka yeni sözlerle / eylemlerle / sonuçlarla çıka gelirken sahiden bütün bu kısır döngüyü nihayet aşabilecek mücadele var edilebilecek mi, mesele oradadır. Sorgular mısınız, farkında mısınız?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Yaser AHMAD v/ Iran Cartoon
#arzihal#meram#mesele#hakkaniyet#demokrasi nerede#söz hakkı#biyopolitika#bakur kürdistan#mücadele#itiraz hakkı#sözcükler#kürd halkı#sesler#yorum#güncel#kör karanlık#hdp#hdk#siyasal soykırım#anlam#cürüm#cürüm hemhal#karanlık çağ#yıldırı#tahakküm etme#siyasa#direniş#savaş#siyasetsizlik#türkiye101
0 notes
Photo
Ateistler olarak, biz sadece teizmin varsayımlarını inkar ediyoruz.
E. Haldeman-Julius
╚►Sözler Gif Linki:
Emanuel Haldeman-Julius (1889-1951) Yahudi-Amerikalı bir sosyalist yazar, ateist düşünür, sosyal reformcu ve yayıncıydı
Emanuel Haldeman-Julius Sözleri: (1889-1951)
İyi bir başlık bir dahinin eseridir! E. Haldeman-Julius
Bir Tanrının efsanevi anlayışına sadık olmak, insanlığın çıkarlarına yanlış olmaktır. E. Haldeman-Julius
Şehitler samimi olmuştur. Ve zorbalar da var. Bilge insanlar samimi olmuştur. Ve aptallar da var. E. Haldeman-Julius
Bir' mümin ' ile karşı karşıya kaldığında, şüphecinin görüşlerini rasyonalistlerle karşılaştırmak benim için kolaydır. E. Haldeman-Julius
Tanrının sevgisinden en çok bahsedenler, tarih boyunca insan özgürlüğüne ve mutluluğuna en derin nefreti gösterdi. E. Haldeman-Julius
Şehrin Zencinin medeniyete büyük katkısı olduğu oldukça iyi yerleşmiştir, çünkü ilk şehirlerin büyüdüğü Afrika'da idi. E. Haldeman-Julius
Teizm, insanlara bir Tanrının kölesi olduklarını söyler. Ateizm, insanlara doğanın araştırmacıları ve kullanıcıları olduklarını garanti eder. E. Haldeman-Julius
Kendini bir agnostik ilan etmek, bazılarına daha saygın ve temkinli görünse de, gerçekte neye inanacağına karar vermediğini söylemek olacaktır. E. Haldeman-Julius
Sözümüze güvenme. İncil kendisi okuyun. Vaizlerin ifadelerini okuyun. Ve Tanrı'nın en umutsuz karakter, tüm kurgudaki en kötü adam olduğunu anlayacaksınız. E. Haldeman-Julius
Din, despotik, efsanevi bir Tanrının dogmasını yüceltir. Ateizm, özgür ve ilerici insanın çıkarlarını yüceltir. Din batıl inançtır. Ateizm akıl sağlığıdır. Din Ortaçağ. Ateizm moderndir. E. Haldeman-Julius
Bir ateist neden daha fazla vergi ödemek zorundadır, böylece hor gördüğü bir kilise vergi ödememelidir? Bu adil bir soru. Kilise muafiyeti için özür dileyenler buna nasıl cevap verebilir? E. Haldeman-Julius
İnsanların bilinmeyenler hakkında en çok ve en şiddetli şekilde farklılık göstermesi doğaldır... Dünyadaki tüm oda, gerçekçi olarak algıladığımız kadarıyla var olmayan bir şey hakkında görüş ayrılığı için var. E. Haldeman-Julius
Kilise vergi muafiyeti hepimiz toplama kutularına para damla anlamına gelir, biz kiliseye gitmek ya da değil ve biz kilise ya da değil ilgilenen olsun. Hiçbirimizin kaçmadığı sistematik ve eksiksiz bir soygun. E. Haldeman-Julius
Ateistin teizmin varsayımlarını reddeden kişi olduğunu tekrar ediyoruz. başka bir deyişle, bir tanrıya inanmadığını iddia eder, çünkü bir tanrıya inanmak için iyi bir nedeni yoktur. Bu ateizm - ve bu iyi mantıklı. E. Haldeman-Julius
Dinin kısa bir süre önce olduğu kadar kötü bir etki olmadığını, tarihin sayıldığı kadar iyi biliyoruz. Fakat modern zamanlarda bile yeterince kötü bir etkidir ve azaltılmış viciousness (pratikte), azaltılmış gücüne açıkça yeterlidir. E. Haldeman-Julius
Tanrı'ya vergi verir misin?"kilise vergi muafiyeti savunucusu sorar. Eğer bir Tanrı olsaydı, kendi yolunu ödeyebilmeli ve kendi işini destekleyebilmelidir. Değilse, o zaman diğer iş adamları gibi yapmalı ve dükkanı kapatmalıdır. E. Haldeman-Julius
Kiliselerin yararlı olduğu saçma bir kurgu. Batıl inançlar ve doktrinler için propaganda merkezlerinden başka bir şey değildir. Kilise üyeleri inanmak ve onların çeşitli doktrinleri yaymak hakkına sahiptir. Ama maliyeti her öğe, bu propaganda, tüm kilise özelliğini adil vergi dahil etmeliler. E. Haldeman-Julius
Bir ayık, dindar adam soberly ve dindar 'Tanrı'nın iradesini' yorumlayacaktır. Bir fanatik, kanlı zihinle, 'Tanrı'nın iradesini' fanatik olarak yorumlayacaktır. Aşırı, mantıksız görüşlere sahip erkekler, 'Tanrı'nın iradesini' eksantrik bir şekilde yorumlayacaktır. Nazik, hayırsever, cömert erkekler' Tanrı'nın iradesini ' karakterlerine göre yorumlayacaktır. E. Haldeman-Julius
Ateizm, en makul yöntemlerle varılan ve dogmatik olarak iddia edilmeyen, ancak her özelliğinde akıl ışığı ile açıklanan bir sonuçtur. Ateist boşuna bilmekten övünmüyorzahmetli, boş anlamda. Bilginin, eldeki tüm kanıtlara dayanarak alabileceği en makul ve net ve sağlam konumu anlar. Bu kanıt, teizmin doğru olmadığını ve mantıksal konumunun ateizm olduğuna ikna eder. E. Haldeman-Julius
Neyse ki, sadece birkaç puan yıl önce yaptığı gibi din artık bu kadar etkili egzersiz yapabilirsiniz eski terörü ve güçler vardır. Ancak bağnazlığın atmosferi ve tutumu kalır. Din normalde silahlı hukuk kuvvetini sapkınları cezalandırmak için çağıramazsa, hala korku psikolojisine dayanır ve çoğunlukla etkisi insanları korkutmak ve görüşlerini çarpıtmak ve akıl yürütme sürecinin her sürecini zehirlemektir. E. Haldeman-Julius
Kilise medeniyete hiçbir şey katkıda bulunmadı. Biraz ilerledi ve kilisenin dışında ve genellikle kilisenin güçlü muhalefeti karşısında gerçekleşen medeniyet hareketlerinin yansıması olarak biraz daha iyi hale geldi. Fakat kilise her zaman medeniyet sürecine direndi. Son hendeğe, adil yollarla ve faul ile, antik ve ortaçağ teolojisinin izlerini, tüm çocukça ahlakları ve sert gelenekleri ve ortaçağ inanç tarzlarıyla koruyabildiği sürece mücadele etti. E. Haldeman-Julius
Ateist felsefeyi savunuyoruz çünkü bizim için mümkün olan tek açık, tutarlı pozisyon. Ateistler olarak, biz sadece teizmin varsayımlarını inkar ediyoruz; Tanrı fikrinin tüm özelliklerinde mantıksız ve kanıtlanamaz olduğunu beyan ediyoruz; daha hayati olarak, Tanrı fikrinin insan mutluluğunun ve ilerlemenin çıkarlarına müdahale olduğunu ekliyoruz. Dine sadece bir dizi teolojik fikir olarak değil, aynı zamanda dine de insanlığın refahına zarar veren politik, sosyal ve ahlaki bir etki olarak karşı çıkmalıyız. E. Haldeman-Julius
Ateistler olarak, biz sadece teizmin varsayımlarını inkar ediyoruz. E. Haldeman-Julius
youtube
……………………………………….. ╚►Twitter: https://twitter.com/pusula1sozler ╚►Pinterest: https://tr.pinterest.com/szler/ ╚►Site arşiv: https://pusulasozler.tr.gg/ ╚►Sözler Gif: https://i.ibb.co/NndLC9F/Emanuel-Haldeman-Julius-S-zleri.gif ………………………………………..
0 notes
Text
Bahçeli: MHP'nin terörizme bakışı nettir ve değişmesi imkansızdır
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin TBMM Grup Toplantısı'nda yaptığı konuşmada, 23 Haziran İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Seçimi sürecinde neye inanıyor, ülke ve millet için neyin hayırlı ve haysiyetli olduğunu düşünüyorlarsa, tavrını ve duruşlarını buna göre belirlediklerini ifade etti. Cumhur İttifakı’nın hedefleri doğrultusunda gece gündüz, "of püf" demeden üzerlerine düşeni yaptıklarını belirten Bahçeli, "Çok şükür müsterihiz. Hiç kimse samanlıkta iğne aramasın. Hiç kimse çalı dibi yoklamasın, keçeyi suya atmasın, orasını burasını oynatmasın. Herkes dilinin ayarına dikkat etsin, aklına geleni işleyip her ağacı taşlamaya yeltenmesin. Bir kümeste yemlenip diğer kümeste yumurtlayanlarla işimiz olmaz, olamaz. Tekkede derviş olup, dışarı çıkınca keşiş rolüne soyunanlarla yolumuz çakışmaz, çakışmayacaktır. MHP İstanbul’da; doğrunun, dik duruşun, tarihi mirasın, milli bekanın, milli dayanışmanın ve bin yıllık kardeşliğin safında sağlam şekilde yerini almıştır." diye konuştu. MHP'nin, Cumhur İttifakı’nın başarısı için ter döktüğünü, emek verdiğini, mücadelesini heyecanla icra ve ifa ettiğini vurgulayan Bahçeli, şöyle devam etti: "İstanbul’a bir mitil attık, gelin görün ki, alayı birden toz toprak gibi havaya kalktı. Mitil İstanbul’da dedik, post kavgasına tutuşanlar, ucuz ve ucube pazarlıklara tutunanlar çılgına döndü, kayış kopardılar. Malum isim ve çevreler mitilimizi duyunca, militanlaştıkça militanlaştılar, seviyesizliğin minyatürü, sevimsizliğin mihmandarı, sevgisizliğin mimarbaşı haline geldiler. Zavallılar nereden bilsin mitili, onların tutuşmuş çoktan fitili. Biz mitil attık, onların beti benzi attı. Biz mitil attık, onlar mintan sandı, şaşkınlıkları misliyle arttı." "İstanbul’a gelmediğimizi uyduranlar, bir gece kalıp döndüğümüzü söyleyenler, neredeydiniz diye soranlar, ortalıkta yoktunuz diye gerçekleri çarpıtanlar iyi görünümlü kötüler, güzel kisveli çirkinlerdir." ifadesini kullanan Bahçeli, "İP'in başındaki şahsiyet diyor ki 'İstanbul’a mitil atacağını söyleyenler bir baktık ki mitili İmralı’ya atmışlar.' Bir bayan gazeteci de teröristbaşının 18 Haziran 2019’da kaleme aldığı malum mektuptan önceden haberim olduğunu iddia edecek kadar gözünü ve gönlünü yalana, dolana, alçalmaya teslim etmiştir. İP’in başındaki şahıs mitili İmralı’ya attığımızı söylediğine göre buna şahit olmuştur. Ya İmralı’da nöbete girmiş ya Pensilvanya’dan sufle almış ya da aklını ve anılarını bedeli mukabilince efendilerine devretmiştir." değerlendirmesinde bulundu. "Sözlerimizin sonuna kadar arkasındayız" Bahçeli, MHP ile teröristler arasında en küçük bağ kurmanın bile bühtandan da öte iblisin oyununa gelme, günahkarlığa kul köle olma anlamına geleceğini belirterek, "Bizi hedef alarak, İmralı canisinin mektubundan medet umduğumuzu, bu mektubu aklamaya çalıştığımızı, bu mektuba zımnen göz yumduğumuzu bırakınız iddia etmeyi, akıldan geçirmek, rüyada görmek, hayalini kurmak dahi alçaklıktır, arsızlıktır." dedi. Bahçeli, şöyle konuştu: "Bizim söylediğimiz şudur: HDP, Kandil’in aparatı ve siyasi aracısıdır. Ha HDP ha Kandil, bunların aralarında fark yoktur. HDP’nin zillet ittifakının içinde olması, CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayına destek mesajları teröristbaşı tarafından kabul görmemiştir. Edirne’de yatan terörist Demirtaş, İmralı’da cezasını çeken teröristbaşı ve Kandil’deki ihanet yuvası arasında yeşeren ve yayılan çelişki ve çatlaklar bir bakıma PKK’nın çözülme sürecinde olduğunun işareti olarak değerlendirilmelidir. Öcalan canisi bile HDP’ye tarafsızlık çağrısı yapıyorsa elbette bunu görmezden, duymazdan gelemezdik. PKK-HDP-Edirne ve İmralı arasındaki güç mücadelelerinin içeriği esasen bizi bağlamayacak, bizim meselemiz de olmayacaktır. Ancak konu İstanbul’du. Hesaplar İstanbul üzerine yapılmıştı. Ne ibret verici bir gerçektir ki teröristbaşının mektubuna ne CHP’den, ne İP’ten en ufak bir tepki gelmemiş, bu tek yumurta ikizleri çıtını bile çıkaramamışlardır. Biz bölücüler arasındaki derin siyasi çıkar ve üstünlük kavgasının İstanbul’a yön veremeyeceğine, etki yapamayacağına, dahası yapmaması gerektiğine inanarak 21 Haziran 2019 tarihindeki yazılı basın açıklamamızı milletimizle paylaştık. Sözlerimizin sonuna kadar arkasındayız. Bu açıklamamızı çarpıtarak teröristbaşının mektubuna destek ve onay verdiğimizi söylemek ayıplı ve ahlaksız bir iddiadır. Terör ve bölücülüğü kullanıp İstanbul’un tarihi yürüyüşünü engellemek isteyen mihrakların gerçek niyet ve emellerini stratejik bir akılla deşifre etmeye çalıştık. Teröristbaşının mektubundan siyasi fayda uman namerttir, umdu diyen namerttir, mektuptan daha önce haberdar olduğumuzu söyleyenler ise hezeyan ve hüsran bataklığında çırpınan satılık kalemlerdir. Ayrıca teröristbaşına milli ve yerli bir özellik atfetmek rezalettir, cinayettir, hıyanettir. İmralı’nın yolunu gözleyenler bize ne anlatıyorlar? Açık veya örtülü PKK’ya övgüler düzüp hainleri dağlarda, kırlarda, ovalarda çiçek böcek toplayan, hakları gasp edilmiş masumlar olarak tasvir ve takdim eden kokuşmuşlar bize ne söylemeye çalışıyorlar? Teröristbaşının mektubundan bilgimiz olduğunu söyleyenler yanımızda mıydı? Kalemden mi tutuyorlar, kağıda mı bakıyorlardı? MHP terörizme bakışı nettir, değişmesi imkansızdır. Biz köksüz değiliz, biz inkarcı değiliz, biz çözümcü değiliz, biz işbirlikçi değiliz." "Kuru gürültü, nafile çırpınış" İstanbul seçiminde HDP’yle yanak yanağa, PKK’yla kucak kucağa, FETÖ’yle arkalı önlü siyasi propaganda yapanlara hiç kimseden ses çıkmadığını dile getiren Bahçeli, "İmralı’ya mitil attığımızı söyleyen, partimizi küçük ortak diye küçümseyen hanımefendi, acaba sen postu nereye serdin, kimlere yoldaş oldun?" diye sordu. "HDP’yi Kürt siyasi hareketi diye tarif eden, partisine teröristbaşının hayranlarını dolduran, yanına aldığı eski arkadaşlarımızı kandırıp işi bittikten sonra yarı yolda sağa sola saçan vefasız, vasıfsız ve vakursuz bir şahsiyetin bize söz söylemesi yalnızca kuru gürültü, nafile çırpınıştır." diyen Bahçeli, CHP’nin uydusu haline dönüşen İP'in çatısı çürüyeli, omurgası çökeli epey zaman olduğunu söyledi. Bahçeli, "Bizim üzerimizden prim toplama gayretkeşliğinde olanların akıbetleri duvara toslamak, hüsrana uğramaktır. Yanlış hesap dün olduğu gibi bugün de ters dönecektir." dedi. "Beka" dediklerini, Türk milletinin yeminlerini, izzetinefsini, tarihi müktesebatını, milli ve manevi emanetlerini canları pahasına müdafaa ettiklerini, buna seve seve devam edeceklerini belirten Bahçeli, "Beka beka diyerek takaya binip İmralı’ya gittiğimizi söyleyenler MHP’nin iki cihan hasmıdır, hatıralarına ihanet eden, dava arkadaşlarımıza kara çalan siyaset madrabazlarıdır." diye konuştu. Read the full article
0 notes
Text
Dokunulmazlık Trajedisi ve CHP’nin “Adalet Yürüyüşü”
Enis Berberoğlu’nun tutuklanması sonrasında CHP’nin başlattığı “Adalet Yürüyüşü”nün nasıl değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin sol içi polemikler ağırlıklı olarak eylemin demokratik niteliğinin ne olduğu sorusu üzerinde şekillenmeye devam ediyor. Dahası bu yürüyüşe katılmanın “devrimciliğin ve sosyalistliğin” gereği olduğu şeklinde ortaya konulan kimi argümanların eleştirel olarak masaya yatırılması gerekli. CHP’nin öncülük ettiği Adalet Yürüyüşü “neye, kime ve nasıl adalet?” sorularına tatmin edici cevaplar veremiyor olsa da, bu eylem kısmi-demokratik bir tepki hareketi olarak ele alınabilir. Başka bir deyişle, kısmi-demokratizme, yani eksik ve yanılsamalı demokratizme devrimciler/sosyalistler katılsın ya da katılmasın, bu onları tek başına “sosyalist” ya da “devrimci” yapmaya yetmeyecektir. Bu açıdan tartışma yanlış bir zeminde ilerlemektedir.
Gerçekte ise, içinde toplumsal denetim kurumu talebi olmayan her kısmi-demokratik tepki; son tahlilde, temsili demokrasiden öteye geçemeyeceği içindir ki, bu durum cumhurun demokrasi mücadelesi anlamına gelmediği için, özünde doğrudan demokrasi mücadelesi olmaktan da çok uzaktır. Kaldı ki; kullanıcı-sınıf-bilincine dayalı ütopik-proletaryan sollar yere göğe sığdıramadıkları sovyetik-temsili-demokratizm hastalığından kurtulamadıkları müddetçe gerçek manada demokrat, devrimci ve sosyalist olmaları da mümkün değildir. Keza toplumsal denetim kurumu mücadelesi vermeyenler gerçek birer demokrat olamayacakları gibi, gerçek birer sosyalist ve devrimci de olamazlar. Bu yüzden Adalet Yürüyüşü’ne kim hangi sıfatla katılıyor olursa olsun, bu ancak eyleme katılanların “paşa gönlünün” bileceği bir iştir ve meselenin demokratlık, devrimcilik ya da sosyalistlik tartışması ile doğrudan doğruya hiçbir mantıksal bağı yoktur. Diğer bir deyişle, eyleme katılmayanların çok “demokrat-devrimci-sosyalist” ya da katılanların da “CHP’nin dümen suyuna girmiş liberal” olduğu argümanları tümüyle safsatadır.
Türkiye’deki ana sorunlardan biri de; yasama, yargı ve yürütme dokunulmazlıklarının, koruma konunlarının kaldırılması ve usul yasalarının da kısmi olarak budanması meseledir. Şayet CHP (aksini iddia ediyor olsa da) tek bir milletvekili için Adalet Yürüyüşü başlatmasaydı ve onun yerine dokunulmazlıklar ve koruma yasalarının kaldırılması, usul kanunlarının budanması için bir yürüyüş tertip etseydi, işte o zaman bu eylemin gerçekten de bir adalet yürüyüşü olduğunu söyleyebilirdik ki, böylesi bir yürüyüşe çok farklı toplumsal kesimlerden, hatta AKP, MHP ve HDP tabanından da destekçi bulma şansı yakalanabilirdi. Hal böyle olunca; yani ortada toplumsal denetim kurumu istemli demokratizm için mücadele edecek bir siyasi önderliğin olmadığı koşullarda gerçek anlamda bir “Adalet Yürüyüşü”nün olmaması hiç de tuhaf bir sonuç değildir.
“Adalet Yürüyüşü” tartışmaları ile başlayan bir başka polemik konusu da “egemenler arası çelişkilerin nasıl ve ne şekilde kullanılacağı” meselesi. Solun bir bölümü Adalet Yürüyüşü’ne katılma gerekçesini “egemenler arası çelişkilerin derinleştirilmesi” taktiğine yazlanarak açıklamaya çalışa dursun, gerçekte ise egemenler arası çelişkilerden bu temelde yararlanmak geçmiş deneyimlerin de bize gösterdiği gibi mümkün değildir. Keza, dokunulmazlık, koruma ve usul kanunlarını hala ısrarla korumaya çalışan CHP’nin liderlik ettiği bir yürüyüşe “Adalet Yürüyüşü” denmesi kesinlikle saçmadır! Bilimsel komünistler egemenler arası çelişkilerden tek bir koşulda yararlanabilirler. Keza doğrudan demokratizm anlamına gelen toplumsal denetim kurumu talebi etrafında demokratik talepleri yeniden formüle edecek şekilde bir muhalefet programı ortaya konulabiliyorsa, eski tip sovyetik-yasamacı-temsili-demokratizmin ötesine geçilebiliyorsa, işte o zaman günümüz koşullarında egemenler arasındaki çelişkilerden yararlanılabilir. Bu olmadığı zaman tam tersine egemen güçler her şekilde bu eylemin içinde de dışında da duranlardan kendi lehine yararlanacaklardır.
Kaldı ki; sanayi emek araçlarının kullanıcı-sınıfı olan proletaryanın kendinden/kendiliğinden tepkisel hareketinin kapitalizmi aşmaya yetmeyeceği, Rusya, Çin, Küba vb. pek çok temsili demokratik deneyim ile kanıtlanmış iken, bu somut bir gerçek iken, ister yürüyüşe katılmış olsun ister yürüyüşe katılmamış olsun, ister CHP’li olsun ister CHP’li olmasın, asıl mesele; “Denetimsiz Cumhuriyet, Cumhuriyet değildir!” demokratik-şiarından hareketle, içinde toplumsal denetim kurumu istemi olmayan hiçbir mücadelenin gerçek manada bir adalet ve özgürlük mücadelesine dönüşemeyeceği ayen beyan ortadadır. Başka bir deyişle, kapitalist devlet modeli dışında yeni bir şey önermediği; seçme, seçilme ve kısmi-geri çağırma özgürlüğü olarak bilinen burjuva/proleter demokratik ilkelerin üzerine (ki sovyetik-yasama-yargı-yürütme modeli de bundan çokta farklı değildi!) denetleme ve yargılama özgürlüğünü teminat altına alacak bir toplumsal denetim ağı/kurumu mücadelesi ortaya konulamadığı müddetçe (zaten kendinden/kendiliğinden sınıf bilincinin ötesine geçemeyecek olan) proletaryalist-solların kapitalizme yedek lastik olmaktan kurtulması da mümkün değildir.
CHP’nin başlatmış olduğu Adalet Yürüyüşü’ne toplumsal denetim bayrağı ile katılan demokratik bir odak olmadığı sürece, bu eylemden gerçek manada adalet ve özgürlük çıkmayacağı gün gibi aşikardır. Gerçek demokratlık (dahası gerçek sosyalistlik ve komünistlik) yasama-yargı-yürütme erklerine dayalı burjuva temsili demokrasinin/parlamentarizmin sınırlarının ötesine geçen, doğrudan demokrasiyi temel alan toplumsal denetim kurumu talebi olmadan gerçekleştirilemez. Gerçek demokratların, sosyalistlerin, komünistlerin burjuvayan-demokratizm ile olduğu kadar proletaryan-demokratizm ile de işi olmaz! Kapitalist devlet ve demokrasi modeline alternatif üretemeyen her mücadele yine kapitalizm içi bir mücadele olarak kalacağı içindir ki, abiyane tabirle bu türden işlerde boşa kürek çekme işleridir! Bu da haliyle; “ameleperver-demokratizmin” her zaman ki gibi kaçınılmaz bir sonucudur.
Hâlbuki dokunulmazlık ve koruma kanunlarının kaldırılması ve usul kanunlarının yeniden düzenlenmesi talebi ile CHP’nin Adalet Yürüyüşü’ne katılınmış olsaydı ve bu temelde toplumsal denetim kurumu için ajitasyon ve propaganda faaliyetleri yürütülmüş olsaydı, elbette bu süreçten güçlenerek çıkılması da mümkündü. Ancak böylesi bir perspektiften yoksun olunduğu için, gerçek manada bir demokratik kitle hareketinin yaratılması ve mevcut kitle hareketinin devrimci dinamizm ile buluşturulması için gerekli olan yolların inşa edilmesi de imkansız hale gelmektedir. Başka bir deyişle, toplumsal denetim talebi ile ortaya çıkan siyasal bir önderlik olmadığı sürece, kitlelerin kendi öz-deneyimleri içerisinde tecrübe ederek gerçek bir demokrasi mücadelesini yürütmesi de mümkün gözükmemektedir. Milyon kez denenen eski tip proletaryalist mücadeleler bu gerçeğin en açık kanıtıdır. Kaldı ki; Yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada yasama, yargı ve yürütme ayaklarına dayalı kapitalist devlet modeli hızla meşruiyetini kaybetmeye, kitleler açısından inandırıcılığını yitirmeye, devam etmektedir. Diğer bir deyişle, tüm kapitalist devletler emekçiler nezlinde meşruiyetlerini kaybetmelerinden dolayı tepeden tırnağa ön-nicel-yönetme/yönetilme krizi yaşamaktadır.
Hiç kuşkusuz yeni bir emek biçiminin ve sınıfının ortaya çıkmasından dolayı yeni bir devlet modeline olan ihtiyaç da artmıştır. Yeni emek sınıfı olan protekya ile birlikte toplumsal denetim düşüncesine dayalı bir sosyalist devlet modelinin de temelleri bugünden atılmaya başlanmıştır. Keza yasama, yargı ve yürütme ayaklarını tabandan tavana, aşağıdan yukarıya doğru kapsayarak örgütlenen bir denetim-devleti-cumhuriyeti modeli teknik emeğin ortaya çıkışının da zorunlu bir sonucudur. Yoksa, CHP ya da HDP milletvekillerinin dokunulmazlık, koruma ve usul konunlarının arkasına korkakça saklanarak adalet ve özgürlük istemeye kalkması düpedüz havanda su dövmekten başka da bir şey değildir! Proletaryalist-solun ya da bu kökenden gelen solların asıl sıkıntısı; kapitalist devlet ve demokrasi modeli karşısında yeni bir bakış açısını inşa edememiş olmanın getirdiği tükenme sendromudur. Keza onların her defasında yeniden kapitalist limanlara demir atmasının asıl nedeni de budur.
CHP’nin başlattığı Adalet Yürüyüşü bağlamında devam eden tartışmalardan biri de (yazının hemen başlarında da belirttiğimiz gibi), bu eylemden gerçek manada demokratik bir kitle hareketinin çıkıp çıkmama olasılığı üzerine yapılan polemikler. İçinde doğrudan demokrasiyi temel alan toplumsal denetim kurumu istemi olmayan bir kitle hareketinin, devrimci dinamizmden yoksun kalacağı gibi, demokrat bir harekete de dönüşmeyeceği aşikardır. Bu açıdan Adalet Yürüyüşü’nün kitleselleşmesi ya da kitleselleşmemesi tek başına bilimsel komünistler açısından bir anlam teşkil etmemektedir. Dahası içinde bahsettiğimiz türden somut bir programın olmadığı her hareket kapitalizm ve onun kurumları karşısında boyunun ölçüsünü almaya mahkumdur. Diğer bir deyişle, bir hareketin kitleselleşmesi ya da kitleselleşmemesi bilimsel komünistler açısından tek başına sorun çözücü değildir. Hatta bir eyleme katılmak ya da katılmamak biçiminde yapılan her türden kısır tartışma da özünde oksimoron bir tartışma olmaktan kurtulamaz. Keza ortada bir çözüm (demokratizm/program) yoksa, ister bir eyleme katılın ya da katılmayın hiç fark etmez, gerçekte politika üretmemiş olursunuz ve bu durum sizi kaçınılmaz olarak her seferinde başladığınız noktadan daha da gerilere götürür.
Burada yol ve yöntem açısından önemli olan sorunun tespit edilmesidir. Son dönemde meclisten ve referandumdan geçen Anayasa maddeleri (bu yazının sınırları içinde tek tek ele almamız mümkün değil), gerçekte dokunulmazlık zırhının güçlendirilmesinden başka bir anlama gelmemektedir. Keza uzunca bir süredir “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” adı altında topluma pazarlanmaya çalışılan yönetim şekli; gerçekte memur-kastının dokunulmazlık, koruma ve usul kanunlarına dayalı gloktokratik bekasından başka da bir şey değildir. Asıl mesele; Tayyip Erdoğan’ın menfi bir diktatörlük peşinde olup olmaması değil, prusyatik-minotokratik memur devletinden/kapitalizminden gloktokratik memur-devletine/kapitalizmine nasıl geçiş yapılacağı kavgasıdır ki, bu kavga hakim sınıflar ve devlet kurumları arasındaki kavganında asıl itici gücüdür. Bu bağlamda sistemsel geçiş sorunundan (eski tabirle “rejim değişikliği”nden) kaynaklı problemler; yani HDP ve CHP milletvekilerine uygulanan baskıcı politikalar (bütün bu hukuk dışı yargılama ve tutuklama süreçleri), asıl olarak gloktokratik zırhlardan kaynaklanmaktadır.
Kaldı ki; HDP ve CHP hem minoktokratik güçlerin hem de gloktokratik güçlerin baskıcı uygulamalarına karşı yürütülmesi gereken hukuk mücadelesinden açık bir biçimde kaçmıştır. Bunun en güncel örneği 20 yıla yakındır devam eden “Otokrasi Dosya”sıdır! Ne CHP ne de HDP hiçbir zaman bu davaya açıktan destek vermediği gibi, tam tersine karşı durmuşlardır. Hukuk/demokrasi mücadelesinden kaçanların sokakta kazanacağını sanmak ahmaklıktır. Dahası sorunun salt kitle hareketi ve sokak eylemleri ile çözüleceğini sanmakta, o da başka bir ahmaklıktır. Hâlbuki mücadelenin tek bir biçimi değil, bir ton biçimi vardır ve bu biçimler her zaman geliştirilmeye açıktır. Ve bu mücadele biçimleri geliştirildiği ölçüde gerçek manada kitlesel bir emek hareketinin ortaya çıkması mümkü hale gelebilir.
Bugün asıl sorun; dokunulmazlık, koruma ve usul kanunlarının/zırhlarının arkasına saklanarak varlığını sürdürmeye çalışan minoktokratik ve gloktokratik memur devleti yapılanmalarının/çetelerinin cumhuru ve vatandaşı yok sayan görev ve yetki diktatörlüğüne kesin bir biçimde son verilmesi ve yerine toplumsal denetim ağını/kurumunu temel alan doğrudan demokrasi süreçlerinin hızla önünün açılmasıdır. İster CHP’nin “Adalet Yürüyüşüne” katılın ya da katılmayın, hiç fark etmez. Sorulması gereken asıl soru şudur; kapitalizmin ve kurumlarının neden olduğu temel sorunları çözebilecek ve dahası sosyalizm yolunda kapitalizmi devralabilecek bir demokratik-denetim programınız var mı yok mu? Bu soruya vereceğiniz cevap kapitalizme karşı mücadeleden de ne anladığınızın işaretidir. Eğer bu soruya verebilecek bir cevabınız yoksa, hangi eyleme katılırsanız katılın, sonuç daima aynı olacaktır, yani kapitalist devlet modeline bağlı olarak gelişen ve yasama-yargı-yürütme organlarına dayalı temsili-demokrasinin-parlamentarizmin sınırları (sovyetik-proletaryan-demokratizm örneğinde de görüldüğü gibi) asla aşılamayacaktır.
02.07.2017
Serhat Nigiz
#emek#adalet#hukuk#özgürlük#denetim#devlet#demokrasi#demokrat#sosyalist#komünist#marksizm#emekoloji#proletarya#protekya#sosyalizm#komünizm
1 note
·
View note